Ütopya beş yüzüncü yılına girdi. Avukat, yazar, teorisyen, radikal,
şehit ve bir aziz olarak Thomas More, 1516 tarihli Ütopya isimli kitabıyla bu sözcüğü bize armağan etti. Birçok yönden
Thomas More, Platon’un Cumhuriyet’inden
ortaçağ efsanelerindeki Cockaigne tepelerine uzanan, hep varola gelmiş, hayali
bir ülkenin ana hatlarını veriyordu sadece. Bu istek uyandıran yere dair bir
resim dâhilinde More, radikallere en güçlü kavramlardan birini miras bıraktı.
Aynı zamanda bu kelimeye ilk günlerinden itibaren
derin bir muğlâklık damgasını vurdu. 1535’te Meksika’da misyoner olarak
faaliyet yürüten Fransiskan keşişi Vasco de Quiroga More’un Ütopya’sını İspanyolcaya tercüme etti.
De Quiroga bugün kayıp olan tercümesini More’a gönderdi. More, eseri okumadan
önce (başka sebepler yanında kralın boşanmasına karşı çıktığı için) idam
edildi.
Gözü pek bir isim olan De Quiroga, yerli halkı
kahramanına ait kitaptaki politik ilkeler temelinde, cemaatler hâlinde
örgütlemeye başladı. Bunlar Yeni Dünya’da veya başka bir yerde bir ütopyanın
bayrağı altında, açıktan ve bilinçli bir şekilde örgütlenmiş, belirli bir amacı
olan ilk cemaatlerdi.
Ama özgürleştirme, ekonominin kendisine yeterli
olması, eşitlik ve toplumsal hizmetlere dayalı misyoner programı (radikal
değilse bile) ilerici olmasına karşın, sömürgeciliğe ait günahların damgasını
taşıyordu. Aynı türden çelişkiler neredeyse tüm ütopik cemaatlerde de karşımıza
çıkıyordu. Belki de bu doğal bir durumdu, zira bu cemaatler söz konusu
kelimenin öncülleri idi.
Ütopya’nın İngilizcede ilk yayınlanmasından bir yıl sonra bir keşiş
Almanca kaleme alınmış bir bildiriyi Wittenberg’deki katedralin kapısına
çiviledi. Böylelikle Protestan reformu başladı. Korkuya kapılan More hemen
Katolik tarafına kaçtı. O desteğini tüm coşkusuyla verdi, altı idama nezaret
etti, söylendiği kadarıyla Protestan ajitatörlerin işkencelerine katıldı.
Esasında Almanya’daki kısa süreli komünist bir
teokrasinin hüküm sürdüğü ama bu yapının hem Katoliklerin hem de Protestanların
saldırıları sonucu baskı altına alındığı Münster kentinin kuşatılması sonrası Ütopya’nın nüshalarına rastlandığı
günlerde More, kitabının tüm nüshalarını insanlarla birlikte ateşe atacağını
duyurdu.
Dolayısıyla birçoklarının ifade ettiği üzere, ilk
büyük ütopyacı, aynı zamanda ilk ütopya karşıtı idi.
Bugün sıklıkla övülen, Ütopya’nın idealist yazarı değil, bu More’dur. Bugün “dinî
hürriyet” diye yürüyüp duran, bir tür sağcı Amerikan insan hakları örgütü olan
Thomas More Derneği heretikleri ateşe veren adamla bağlantılıdır, toplumsal
örgütlenmenin temel ilkesi olarak gerçek bir vicdan hürriyetini tahayyül eden
kişiyle değil.
Ya da Obama’nın ikinci başkanlık dönemine
başladığı gün More’un o ünlü resminde aktarılan şapkanın bir benzerini giyen
müteveffa Yüksek Mahkeme Yargıcı Antonin Scalia da ilk More ile bağlantılı bir
isim. Söz konusu derneğin hediye ettiği bu şapkayı takması, o günlerde
Obama’nın sağlıkla ilgili verdiği direktife karşı çıktığına dair politik bir
ifade olarak yorumlanmıştı.
Oysa Rus Devrimi sonrası Lenin’in onay verdiği Emekçi Halkın Kurtuluşu İçin Verilen
Mücadelenin Liderleri ve Önde Gelen Düşünürleri isimli çalışmada aynı More,
Marx, Engels ve diğer isimlerle birlikte anıldı. Yirmi yıl sonrası ise More
Papa XI. Pius tarafından aziz ilân edildi.
More’un çeşitli çevrelerce bu şekilde kabul
görmesi gerçekten kafa karıştırıcı. Solcular bu şövalye komünist, aziz
mertebesine yükseltilmiş bir radikal olarak More’u ne yapacak? Hangi More’a,
hangi ütopya versiyonuna yönelmemiz gerek? “Ütopya” en iyi hâliyle boş bir
gösteren, partiler arasındaki pazarlığa ait modası geçmiş bir kavram hâline mi
geldi? Yoksa bu kavram, yüzümüzü çevirdiğimiz evrensel anayurt mu hâlâ?
Hiciv
mi Şablon mu?
Ütopya iki kısma ayrılmış kısa bir metin. İlk kısım More’un gerçek
kişi olarak yer aldığı, Raphael Hytholday isimli bir gemiciyle girilen sohbeti
aktarıyor. More bu adamla Aşağı Ülkeler’e yönelik diplomatik ve ticari bir
görev esnasında tanışıyor.
Hytholday (kaba bir tercümeyle “saçmasapan
konuşan”) Amerigo Vespucci ile Yeni Dünya’ya gitmiş, burada Ütopya’yı ziyaret
etmiş. Burası küstah bir dille aktardığı kadarıyla, nerede olduğunu bilmediği
bir yer.
İkinci kısım Hytholday’in Ütopya’ya dair detaylı
bir değerlendirmeyi ve buranın ekonomik, toplumsal, politik, kültürel ve dini
yapılarına dair tespitleri içeriyor. Sonrasında en çok alıntı bu kısımdan
yapılıyor ve bu kısım daha fazla popüler oluyor. Tüm metnin ilk bilim kurgu
eseri olduğuna dair bir his veren yanı burası (bunun sebebi, More’un
kurguladığı ülkedeki alfabeyi ve haritaları vermesi değil, sonraki hayale
dayalı metinlerin dünya kuran, yoğun yapısını önceden haber vermesi).
Ütopya aynı zamanda çoksesli: More’un kurgusal vekili ile Hytholday
(diğerleri) arasında geçen tartışmalar belirli bir bakış açısının tespitini
güçleştiriyor (ya da birden fazla görüşün savunulduğu ortaya konuluyor.)
Sonuçta kimi eleştirmenler, özellikle muhafazakâr
olanlar çalışmanın saf manada hiciv içerdiğini, imkânsız bir topluma dair
ironik bir portre sunduğunu söylüyorlar ve kitabın ilk modern güç yapılarına
yönelik bir eleştirmediğini, reform için somut bir platform sunmadığını iddia
ediyorlar.
Edebiyat eleştirmeni Susan Bruce’un ifadesine
göre, “sağcı eleştirmenlere göre İngiliz edebiyatında karşımıza çıkan en
önemli, kabul gören metinlerden birinin tüm Batı toplumlarının üzerinde
yükseldiği ekonomik sisteme yönelik bu kadar kapsamlı ve açık bir eleştiri
getiriyor oluşu can sıkıcı bir durum.” Bu isimler More’un yazdıklarına
inanmadığını söyleyerek esasen olmayacak duaya âmin diyorlar.
Ama More’un ikinci kısmın gerçek bir politik öneri
olmasını istediğini düşünsek bile, onun tüm adanın olduğu hâliyle “tek bir aile
ya da hane” olduğuna dair hissiyatı desteklediğini düşünmemiz için bir sebep
yok.
Dahası metnin çoksesli olması, samimiyetsizliğinin
bir kanıtı olamaz, hatta (hicvin kimi yönlerini paylaşıyor olsa da) Ütopya’nın doğrudan bir hiciv olduğunu
da ispatlamaz. Bu özellikleri sadece kitabı romanın habercisi yapar ve
hikâyesiyle ilgili karmaşıklığa dair bir şeyler söyler.
Ütopya’nın politikası aynı zamanda inkâr edilemeyecek ölçüde
radikaldir. More, Londra’daki devlet iktidarının konsolidasyonu ve
İngiltere’deki ekonomik gücün giderek daha fazla eşitsiz dağıtılmasına dönük
iğneleyici bir eleştiriye başvurur.
Ütopya birçok yönden İngiltere’nin çok renkli bir aynası gibidir. Bu
aynanın sırrından adaletsiz bir toplum yansımaktadır. Ütopya elli dört alt bölüme ayrılmıştır, tıpkı İngiltere gibi.
Bruce’un tespitiyle “Britanya adaları gibi Ütopya da bir adadır. Ana şehri ve
nehri Londra veya Thames’e benzemektedir.”
More’un metni ancak o özel tarihsel bağlamından
çıkartıldığı takdirde muhafazakâr olarak görülebilir. On beşinci yüzyılın sonu
ve on altıncı yüzyılın başında İngiltere hem toplumsal güç dinamikleri hem de
genel manzara açısından önemli değişimlere tanıklık etmektedir. Ütopya’nın da gösterdiği üzere, bu
değişiklikler ortalama bir insan için öylesine zararlıdır ki ortaçağdaki
karanlık dönemlerden itibaren o ümit verici olduğu söylenen rönesansın
belirginleştiği çok az anlaşılabilmiştir.
Bu bozulma sürecine damgasını vuran, çitleme
sürecidir: ortaçağ proletaryasının barınma, tarım, geçim ve dinlenme için beş
yüz yıl boyunca özgürce paylaştığı müşterek topraklar hızla özelleştirilmiş, bu
nedenle asiller bu toprakları koyun otlatmak, epey kâr getiren yünden ve tekstil
ithalatından sermaye temin etmek için kullanma imkânı bulmuşlardır.
More ve Hytholday arasındaki buluşmanın yün
endüstrisi ile doğrudan alakalı olması tam da bu sebeple hayatîdir. Hytholday
İngiltere hakkında şunları söylemektedir:
“Bu
asiller ve beyefendiler yıllık kazançları ve kârları ile tatmin olmuyorlar.
Ziraat için tek karış toprak bırakmıyorlar. Tüm otlakları çitliyorlar. Evleri
söküp atıyorlar. Kasabaları yıkıyorlar, sadece kilisenin ağıl yapabileceği bir
yer bırakıyorlar.”
İlk modern dönemde uygulanan (bugünkü karşılığı
özelleştirme olan) çitleme Londra’ya sel gibi akan büyük bir başıboş sınıf
üretiyor. Destek noktasında devreye sokulan geleneksel araçlar ortadan
kalkıyor, eskiden köylü olanlar küçük suçlar işlemeye mecbur ediliyorlar.
Elitler ise bu sürece ağır cezalara dayanan bir
polis devleti ile cevap veriyor. Örneğin hırsızlık ölümle cezalandırılıyor.
Vebanın hüküm sürdüğü Newgate gibi hapishaneler “ortaçağ” diye bahsi edilen
küfrün rönesansa daha fazla uygun olduğunu gösteriyor.
Ütopya’da Hytholday bu mücrim sınıfın ortaya çıkışını ve o dönemi
karakterize eden genel hukuksuzluğu tartışıyor. O aç kitleleri toplamak için
kullanılan devletin cezalandırma yöntemlerini daha dehşet verici buluyor.
Kendi ifadesiyle, “para kaybetmenin bir insanın
hayatının kaybedilmesine neden olması ne haktır ne de adalet. Kanaatimce
dünyadaki tüm mallar insan hayatını karşılayacak düzeyde değildir.” Bu
sözlerine şunları ekliyor: “Tanrı bize öldürmemeyi emretti. Bir avuç parasını
almak için bir insanı öldürme konusunda neden bu kadar acele ediliyor o zaman?”
Hytholday, bu şiddeti Ütopyacıların sunduğu
örnekle kıyaslıyor: “onlar hiç işsiz kalmıyorlar, ayrıca yiyeceklerini ve
içeceklerini temin ediyorlar, herkes gündelik kazancını ortak hazineye
katıyor.”
Ütopyacılara göre, zenginliğe ancak “her şeyde
eşitliğin” sağlandığı bir ortaklığın kurulması sayesinde ulaşılabilir. Ulusu
teşkil eden elli dört yönetsel yapıda hiçbir şehir kendi idari bölgesinin
sınırlarını ve kapsamını genişletmeye niyetlenmiyor, çünkü onlar kendilerini
topraklarının sahiplerinden çok iyi birer çiftçi kabul ediyorlar.” Ütopya’daki
hanelerde “özel olan ya da herhangi bir insana ait olan hiçbir şey bulunmuyor.”
Ütopya’ya (ve esasen sosyalizme) yönelik en yaygın eleştiri şudur:
bu toplum sıkıcıdır, renksizdir, faydacıdır. Ama More’un iddiasına göre tam
aksi geçerlidir.
Ütopyacılar günde dokuz saat çalışıyor (o dönem
için ciddi bir ilerleme) ve “çalışmak, uyumak ve yemek” dışında kalan zaman
“herkesçe en çok hoşlanacağı şekilde harcanıyor”, bu da on dokuzuncu yüzyıla
ait radikal slogan “çalışma için sekiz saat, dinlenme için sekiz saat,
dilediğimizi yapmak için sekiz saat”i önceden haber veriyor.
Tek renkli bir dünya yaratmak ya da insanlar
arasındaki ayrımları silmek şöyle dursun, Ütopya her bireyin kendisini eksiksiz
gerçekleştirdiği bir yer. Sıkıcı ve kasvetli değil, “müziksiz akşam
yemeklerinin yenmediği” bir yer. Ütopya’da herkes hem ekmeğe hem de güle sahip.
Çünkü orada yaşayanlar ekonomik mahrumiyetten azade ve gerçek manada özgürler.
Ütopyacılar aynı zamanda müzik yapma hakkına da
sahip. Bu hak More’da “Eski Mutlu İngiltere”nin hızla ortadan kaybolmasıyla
alakalı. Burada More Anglo-Saksonlara özgü kırsal cennet olarak Norman
İngilteresi öncesinden kalma radikal İngiliz edebiyatına ait ortak bir mecaza
başvuruyor.
Tarihçi Norman Cohn’un da ifade ettiği üzere, bu
bağ İngiliz işçiler üzerinden ortaçağın mistik anarşistlerinden on yedinci
yüzyılın konformist olmayan, radikal dinî çevrelerine ve oradan da on dokuzuncu
yüzyıldaki Fabyan sosyalistlerine uzanıyor.
“Eski Mutlu İngiltere”nin romantize edilmesi
önemli ama diğer bir önemli husus da ilerleme için bir zafer olarak o eski
İngiltere’nin ölümüne alkış tutulmaması. Tarihsel süreçlerde ne türden (önemli)
ilerleme yaşanmış olursa olsun, bu ilerlemeler İngiliz köylerindeki insanların
hilafına gerçekleşiyor.
Bu açıdan bir okumaya tabi tutulduğunda More’un Ütopya’sı belirli bir dönemde yaşanan
kimi özel adaletsizliklerin mahkûm edilmesi olarak görülebilir. Çoğunlukla ağız
bükülen ütopyacılık fikri de yeniden temellendirilebilir ve farklı bir zamanda
yaşanan farklı adaletsizlik örnekleri için yeniden diriltilebilir.
Ütopyacı
Pusula
More’un çığır açıcı çalışmasından beş yüz yıl
sonra bugün ütopyacılık ne hâlde?
2005’te kaleme aldığı çalışmasında düşünce
tarihçisi Russell Jacoby nahoş bir değerlendirmede bulunuyor. Ütopyacı vizyon,
ona göre, fişlenmiş durumda. Kimsenin ilgisini çekmiyor. En iyi hâliyle
“ütopyacı” kelimesi bir küfürmüş gibi kenara itiliyor. Artık bu kelime gerçek
dışı ve şiddete meyyal kişi anlamında kullanılıyor.
Biz, bu kelimenin bu
şekilde itibarsızlaştırılmasına dönük hamleyi kesinlikle reddetmek zorundayız.
Ed Simon
19 Nisan 2016
19 Nisan 2016
0 Yorum:
Yorum Gönder