24 Nisan 2016

İkal

Umumi kanaat baskısı bizi yanıltmasın, bilelim ki,
kaderine dâhil olmayı benimseyenler, şartlara teslim olmayanlardır.
Beklentisini önünde elverişli şartların doğup doğmadığına
bağladığı için kaderine itiraz edenlerin ömrü ise fırsat kollamakla geçer.

[İsmet Özel]

 

İbn Arabi, “akıl” kelimesinin Arapça “ikal” kelimesi ile aynı kökten olduğunu söyler. “İkal”, hayvanın kaybolmaması için bir yere bağlandığı ip ya da zincir anlamına gelir. Bu açıdan bakılırsa akıl, burjuva mitolojisinin iddiasının aksine, kurucu, aşkın bir değere sahipmiş gibi görülmeyecektir. Akıl, özneyi gerçekliğin kısıtlı bir yönüne bağlayan araçtır, ama öznenin nereye bağlandığının farkında olması, öznenin kendi aklından fazlasını gerektirecektir.

Özne olma durumu, bir gerçeklik olarak yanılsamadır. Bu gerçek yanılsama, burjuva ideolojisinin iddiasının aksine, kendine yeterli olma durumu değil, tamamlanmamışlık durumu içinde doğabilir. Tamamlanmamışlık durumu, her zaman öznenin üzerinde bir fazlalığı gerektirir. O fazlalık, özneyi aşan, özneyi kendi aşkınlığına çağıran bir imanı beraberinde getirir. İmanın sözkonusu olduğu yerde, kolektif olana bağlanma çabası var demektir. Eşitsizliğe, zulüm ve sömürüye direnmek, aşkın olana bağlanıldığı noktada gündeme gelir.

İbn Arabi, Mutezile’yi “tenzih”te, Eşarileri de “teşbih”te aşırıya gitmekle eleştirir; Allah’ın tenzih (aşkınlık) ve teşbih (içkinlik) arasındaki gerilimli varlığının hakikatinden söz eder. Allah, hem içkin hem aşkındır; önemli olan, kategorik düalist ayrıma düşmeden, bu gerilimli birlikteliği hissedebilmektir. Hakk’ın aşkın ve içkin olanda gerilimli birlikteliği, onu rasyonel düşüncenin zincirlerine bağlamayı olanaksız kılar.

Marx, proletaryanın, ezilenlerin var olan durumunda toplumsal yapının bütün esas gerçekliğinin saklı olduğunu söyler. O halde, Hakk, ezilenlerin, fukaranın ortak dert ve öfkesinde saklı ise devrimci kolektif irade ve akıl, ne ezilen ve fukaranın verili durumuna uymakla yetinebilir, ne de tümüyle onlardan kendisini soyutlayarak iş görebilir. İlki, sağ bir oportünizmle sonuçlanırken, ikincisi ise farklılıkların mutlaklaştırılması, mazlumun somut dert ve öfkesinden kaçılması anlamına gelir.

Dünyevi olana hapsolan nefs, hesapsızca ister ve akıl da ona gerekçe bulur, nedenler üretir. Gerekçe bulurken, aslında nefsi mevcut koşullara zincirler. Kendisine kurucu bir misyon, bir faillik, ayrı bir ontolojik kategori yüklenen akıl, kavradığı, basite indirgediği ve soyutladığı epistemolojik nedenselliğin, neden-sonuç zincirinin ontolojik düzlemde kendi ürünü olduğuna, kendi failliğinin eseri olduğuna vehmeder. Bu vehim, zamanla öznel açıdan kurgulanan nedenselliğin salt bir gerçeklikmiş gibi kabullenilmesine varır. Zaman ve mekân, bu kabuller üzerinden anlamlandırılır, sınırlı ve kısıtlı özneler, kendilerini kendilerine yeterli saymaya başlarlar. Akıl, sınırlar ve belirler, oysa Hakk’ı ve halkı bir görmek için akıl mitinin kısıtlayıcılığına kapılmamak, nefsini her şeyi başlayan ve bitiren fail olarak görmemek gerekir. Aklın belki de en önemli işlevi, Hakk’ı, karmaşık bütünlüğü tamamıyla kavrayamayacak olmasının farkına varmasıdır.

Burjuva ideolojisi, kendi muhalifleri üzerinden ve onlar eliyle, “kendine yeterli öznelik yanılsamalarının” hakikat zannedilmesi ve ayrımların mutlaklaştırılması üzerinden yaygınlaşır ve yeniden üretilir.

Aydınlanma, geçmişin kolektif mitlerini ve sembollerini tasfiye ederken, yerine burjuvazinin ikonları yerleştirilmiştir. Burjuvazinin ikonoklazmı, her bireyin kendi çıkarlarını en üst düzeye çıkarabilmesini sağlayan bir akıl ve bu akla dayanan bir özne olma halinin inşası içindir. Akıl, özgürlük ve ilerleme, dünyevileşmenin, var olan eşitsiz ve adaletsiz ilişkilere zincirlenmenin araçlarıdır. Oysa devrimci politika, tam da öznenin tamamlanmamışlığına, aşkın olana, imanın yönlendirdiği akla ihtiyaç duyar. Ortak dert ve öfkeden beslenen bir akıl, her daim kendi eksikliğini görecek, buna uygun olarak aşkın olanda birleşmeye çalışacaktır.

İbn Arabi, insanın kendisinden bile özgür olduğu bir noktanın ancak Hakk olanda bir olmakla sağlanabileceğini belirtir. Öznenin kendisinden bile özgür olması için, ilk önce kendi tamamlanmışlığına, olup bitmişliğine dair yanılsamasını silmesi gerekecektir.

Özgürlüğe ve benliğe tapmak, yaygın kanının aksine, kulluğu silmez; burjuvaziye ve mevcut ilişkilere zincirlenmeyi, kulluğu beraberinde getirir. Kendinden özgür olmak, benliğin ve bireyciliğin esaretinden kurtulmaya çabalamak demektir. Kulluk; insana, nefse ya da verili ilişkilere değil, ezilenin dert ve öfkesinde saklı olana, fukaranın kolektif kurtuluş umuduna yapılmalıdır. Sadi-i Şirazi’nin “Benlikten vazgeçmeden kul olunmaz” sözü, bu noktada daha anlamlıdır. Mazlumun mücadele pratiği olarak Marksizm de, İslam da, bireysel olanın üzerindeki kolektif ve aşkın olana yaptığı çağrıyla anlam kazanır.

“Şeytan, insandaki vehim gücüdür” (Şeyh Bedreddin). Mazlumların, fukaranın tevhidî birlikteliğini aramak, kurmaya çabalamak yerine efendilerin çektiği ayrımları, çizdiği sınırları veri ve hakikat olarak almak, o ayrımlara göre “öz”ler kurgulayıp politika yürütmeye çalışmak, şeytanın içine saklandığı vehimdir.

Tamamlanmışlık hissi, kurgusal özlerin hâkimiyetini beraberinde getirir. Kendini tamamlanmış, olup bitmiş gören özne, karşısındaki toplum kesimlerine de aynı işlemi uygular. “İşçi”den, “Türk”ten, “Kürd”den, “Kadın”dan, “Sünni Müslüman”dan “Alevi”den söz açılırken, bu kimlikler saf, soyut özler halinde kurgulanırken, aslında gerçek işçiden, Türk’ten, Kürd’den, kadından, Sünni Müslüman’dan, Alevi’den uzaklaşılıyor, uzaklaşılmak isteniyor demektir.

O halde teorik pratiğin görevi, belki de kurgulanan soyutlukları mümkün olduğunca gerçekliklere yakınlaştırmak olmalıdır. İdeolojilerin bir yönüyle hakikatin bir yönünü dile getiren, diğer yönüyle de hakikatin üstünü örten çelişkili yapısı dikkate alınmalı, ideolojik mücadele, değişmez özlere hapsedilmemelidir. Efendilerin çektiği ayrımları, sınır çizgilerini geçersizleştirmek, yeni sınır çizgileri çekebilmek için teorinin ve aklın fakihleri değil, fakirlerin yoldaşı olmak elzemdir.

Şeyh Bedreddin Varidat’ta “Aklın iki yönü vardır: Birincisi, fikir ve görüş yoluyla idrak; ikincisi, iç temizliğiyle bir şeyi keşfedip açığa çıkarmak” der ve devam eder: “Aklın bir şeyi keşif yoluyla kavraması tamdır, hatadan uzaktır. Keşif yolu ise arınmayla, Allah’a yönelmeyle, peygamberlerin izinden gitmekle elde edilir.”

Allah, ezilenlerin ortak derdi ve öfkesindeyse, peygamberler fukaranın yoldaşları ise, bugün yapılması gereken de hakikati kendi öznelliklerimize mahkûm etmemek, aklımızı ve irademizi mazlumun ortak acısına, ortak itirazına yönlendirmek, onun sesine kulak vermektir.

Tevfik Ziya
24 Nisan 2016

0 Yorum: