08 Şubat 2016

,

Sumud ve Akış


Filistinliler, kendi topraklarına bağlılığı ve yaşamayı seçtikleri toprak parçasını “Sumud” kelimesiyle anlatırlar. İntifada, Sumud’un aktif biçimidir. “Sumud, Siyonizmin kökleri yok edici gücüne karşı bir tür direniştir” diyor Emile Habibi; kendisi bir Filistinli komünist ve Hıristiyan Ortodoks yazardır. “O Hayfa’da kaldı” yazıyor mezar taşının üstünde. Yahudiler, onun toplumunu köklerinden sökerken, o kaldı. İşte bu Sumud’dur.

Sumud, bir milliyetçilik değil. Sol Siyonistler, Filistin direnişini sık sık “Yahudi milliyetçiliğine karşı Arap milliyetçiliği” diye nitelerler. Bu nedenle bu Filistin direnişine semboller, bir bayrak, milli marş, devlet veya BM’de bir koltuk bahşederek onu tatmin etmek isterler. Dünya üzerinde özel bir yere tutunma, Yahudiler için garip ve delice bir şeydir. Bu nedenle, Filistinlilere ve diğer karşılaştıklarına kendi fikirlerini kabul ettirmeye uğraşırlar. Ama dünyamız Sumud fikri üzerine kuruludur, bu, insanın tabii hâlidir.

Antik Yunan demokrasisi Sumud’a dayalıydı. Bir Atina vatandaşı başka bir şehir devletine, örneğin Megara’ya rahatça göçemezdi; Megara vatandaşı olamazdı. Orada yaşayabilirdi, ama birçok haklardan yoksun olarak. “Komün, daha iyi bir gelecek için doğru büyüklükte bir devlettir, insanlığın idealidir” yazar Vladimir Lenin Devlet ve Devrim adlı kitabında. Burada Karl Marx’ın 1871 Paris Komünü analizlerini kullanmıştır. Tamamen yerel, sınırlı, Sumud temelli kasabalar ve köyler, gelecekte insanlığın yırtılmış toplumsal dokusunu onaracaktır.

ABD dış politikasının yırtıcı neokonları genellikle Yahudidir ve çoğu, Troçkist bir ideolojik temelden gelir. Michael Lind New Statesman dergisinde bunlardan bahseder. Lind bu noktada bir açıklamada bulunur:

“Farklı bir Troçkist politik kültür var, o kalıcı etkisini, Troçkistliği bırakmış olanlar, hatta hiç Troçkist olmayıp, bunu anne-baba ya da hocalarından almışlar üzerinde bile gösterir. Dış politikada alışılmadık bir saldırganlık ve ‘devrim’ ihraç etme isteği bu kesimden neşet eder (önceleri sosyalist, sonraları Sağ’ın liberal merkezine göçen eski Troçkistler arasında ‘global demokratik devrim’ ihracı)”.

Bu, ilginç ama bir o kadar sığ bir düşünce, zira sorunun kökenini Troçkist köklere götürmek yerine bizim esasen Troçkistler ve neokonlar arasında ortak bir kök aramamız gerekiyor. Çünkü onların istediği “devrim” ihracı değil, küreselci bir vizyon. Bu Yahudi radikaller, milli-devleti parçalamak ve yerel gelenekleri silmek istiyorlar, ister kızıl bayrak ister yıldız ve şeritler (ABD bayrağı) altında olsun. Anlaşılıyor ki bu insanlar bayrakla çok ilgili de değiller, yerel gelenek ve özellikler silindikçe, dünyanın çeşitliliği de kalkacak. Aralarında ciddi farklılıklar bulunmasına karşın bu kişiler, ister Soros, ister von Hayek, ister Karl Popper olsun, küreselleşmenin diğer teşvikçileriyle çok fazla ortak yöne sahipler. Onların Yahudi kökenleri ve görüşlerinin benzerliği, rastlantı değil. Dünya Yahudi Kongresi uluslararası işler dairesi müdürü, Yad Vaşem heyeti, Bar Ilan Üniversitesi ve Beth Hatefutsoth üyesi Dr. Avi Beker’in Dispersion and Globalization: The Jews and the International Economy [“Dağılım ve Küreselleşme: Yahudiler ve Uluslararası Ekonomi”] kitabında dediği gibi:

“Ekonomi tarihinin çeşitli dönemlerine dönük bir inceleme, Yahudilerin ekonomik gelişimdeki, özellikle de daha küresel boyutların geliştirilmesindeki etkisini tekrar tekrar ortaya koymaktadır. Tarihsel açıdan Yahudi halkının yeryüzüne dağılışı, onların ekonominin bazı kollarına yoğunlaşması, çeşitli ekonomik merkezlere göçü, hatta muhtemelen sahip oldukları milli-dini özellikler, onlara kimi avantajlar kazandırdığı ve bunların tarihin değişik dönemlerinde global bir ekonomi için gerekli olduğu görülmektedir.

Yahudi tarihçiler, metodolojik ve karşılaştırmalı olarak Yahudilerin dağılışı ve dünya ekonomisinde küreselleşme süreci arasındaki bağı incelemekten çekindiler; çünkü Yahudiler, Dünya finansını kontrol ve istismar ettiklerine dair antisemitik suçlamalara maruz kaldılar. Dünya ekonomisinin tek lideri Yahudiler değildi ve antisemitik suçlamaların aksine, en zenginler de değillerdi. Ama onlar, değişik tarihî dönemlerde kritik ve yaratıcı bir rol oynadılar.

Yüzyıllarca Diaspora Yahudilerinin varlığı küreselleşmeye dayandı ve eski devirlerde olduğu gibi bugün de Yahudiler, yine küreselleşme fikrini savunuyor ve onun hizmetkârı olarak çalışıyorlar. Ekonomide ve diğer alanlarda Yahudilerin oynadıkları özgün tarihsel rol ve evrensel misyonlarına içkin tarih bilinci onları haklı çıkardı.”

Yahudilerin enternasyonalizm ve küreselleşme eğilimlerini açıklamanın birkaç yolu vardır. İyimserler, bunu Yahudilerin üstün insancıllığı olarak görürler. Saygın bir Yahudi sanat eleştirmeni olan (Soyut Sanat’ın büyük savunucusu) Clement Greenberg’e göre, “dünya tarihine ait ölçütler üzerinden bakıldığında Avrupalı Yahudi, muhtemelen şimdiye dek bilinenden daha üstün bir insan tipini temsil eder.” Evet bu, mümkündür. Şüphecilerin dediği de muhtemelen doğrudur: Yahudiler, çeşitli milletler arasında pek ayrım görmezler; Yahudiler için bir goy nihayetinde goydur ve onlar bir yere yığılabilirler. Şu tarz Yahudi sloganlarını da alıntılarlar: “Milliyetler yok olmalıdır! Dinler geçip gitmelidir! Ama İsrail yok olmayacak, çünkü onun halkı Tanrı’nın seçtikleridir.”

Şu Yahudi esprisi, esasında komünist bir geleceği anlatmaktadır: Tüm milliyetler ve dinler kaybolmuş ve artık tek bir soru kalmıştır: “Komünizmden önce Yahudi miydiniz?” Gerçi bu, bir Gentile (Yahudi olmayan) şüphesini ima ederse de, espri, Yahudiliğin millet ve inançları gömeceği duygusu olarak da yorumlanabilir.

Kevin McDonald’a göre milletlerin imhası, pratik anlamda Yahudiler için faydalıdır, çünkü onlar, böylelikle ayrıştırılmış bireylere karşı bir takım hâlinde oynayabilirler. Ama bu, uzak geleceği önceden görmeyi de gerektirir. Şurası daha kolay anlaşılır ki hızlı iletişim (Akış) Yahudiler için iyidir, çünkü onlar, muhtelif ülkelerde bulunmaktadırlar ve kolaylıkla etkileşime girebilmektedirler. Bu nedenle, iyileşen haberleşmeye birçok başkaları gibi Yahudilerin de ilgisi vardır.

Ama haberleşme imkânlarının artması, sadece hayırlı bir gelişme olarak görülemez. Eğer haberleşme gerçekten çok iyi ise ve biri A ile B arasında kolaylıkla ilişki kurabiliyorsa, kısa sürede iletişimin nedeni ortadan kalkar, çünkü artık A ile B birbiriyle aynı olmasa da giderek birbirine benzer. Öte yandan, yolların ve modern iletişimin yokluğu, bir ülkeyi usandırıcı turistler ve zalim istilacılardan korur. 19. yüzyılda akıllı bir Filistinli adama bir İngiliz gezgin, Arapların neden yol yapmadıklarını sorar. O da der ki: “Neden bir yabancıya karımı ziyaret edeceği bir yol yapayım?” Bu adam haklıdır, çünkü daha iyi yollar yabancı ordular getirir ve nihayetinde de o orduların peşi sıra Siyonistler gelir.

Şimdi çeşitli Yahudi hareketlerinin ortak temeli olan Akış paradigmasını inceleyebiliriz. İster Popper ve von Hayek’in “açık toplum”unun liberal ekonomik yöntemleri ile olsun, ister Siyonizmin kaba kuvvetiyle, isterse Troçkizmin devrimci yöntemleri ya da neokonların Amerikan askerî müdahaleleriyle olsun, Akış, serbest hareketin en genel biçimidir. Tüm bu muhtelif hareketler, Akış’ı Sumud’a karşı desteklerler.

Bir filosemit (Semitik ırkı seven), bu düşünceyi “Yahudiler hep özgürlükten yanadır” şeklinde ifade eder ama bir antisemitik, “Yahudiler, Gentile toplumlarını yok etmeye ahdetmişlerdir” der. İkisi de sonuçlarına göre haklı ya da haksızdır. Mesela nehir su getirir, üzerinde insanları ve yükleri taşır, sel olduğunda ise yolu üzerindeki yerleşimleri yok eder. “Nehir hep iyidir” ya da “Yahudi etkisi hep faydalıdır” demek imkânsızdır. Yalnız Tanrı hep faydalıdır, ama temayüller bir yere dek böyledir, iyi dengelenmelidir.

Dünya bizim karşımıza, iyi ile kötü arasında bir Maniheist savaş alanı değil, Enerji ve Entropi, Çeşitlilik ve Aynılık, Sumud ve Akış gibi karşıt güçlerin sonsuz mücadelesinin Taoist alanını çıkartır. Her ikisi de gereklidir, ama eğer insanlık hayatta kalsın istiyorsak, bunlardan birinin nihai zaferine mani olunmalıdır.

Çeşitlilik, yani binlerce kavim, kültürel gelenek, diller, inançlar insanın Kayıp Cenneti’dir. Bu, petrol üretiminin âdeta manevi eşdeğeridir, çünkü Çeşitlilik enerji kaynağıdır. Eğer Çeşitlilik, bu devasa enerji kaynağı boşaltıldığında enerji açığa çıkar ve Aynılık ya da entropi bunun “bedeli” olarak yükselir. Çokkültürlülük sahte Çeşitliliktir, Aynılık'tan ve ölümden bir önceki duraktır.

Akış, Çeşitliliğin pilini boşaltır. Dengeli bir durumda açığa çıkan enerji Sanat ve Din yaratmalıdır, ama faydacı kullanıma da yöneltilebilmelidir. Mammon ya da hırsa tapıcılığın bu mabudu Tanrı’yla (Sanat ve İnanç) açığa çıkan enerji için rekabet eder ya da İncil’in dediği gibi: “Hem Tanrı’ya hem Mammon’a ibadet edemezsin.”

Teolojik tabirlerle ifade edecek olursak; Seçilmiş Halk, açığa çıkan enerjiyi Tanrı’ya yönlendirmekle görevliydi, bunu muhtelif kavimleri ruhta birleştirerek yapacaktı. Onlar aslında bunu tam olarak başardılar, İsa’yı dünyaya getirerek. Ama o zamandan beri onlar, Çeşitlilik kaynağını boşaltmaya devam ediyorlar. Bir Yahudi halk masalında bir büyücü çırağı, Golem isimli akılsız robotu çalıştırır ve ondan su getirmesini ister. Ama çırak, Golem’i durduracak sihirli kelimeyi bilmemektedir, robot evi su basana dek su taşımaya devam eder. Bir anlamda Yahudiler de bu kontrolden çıkmış Golem’dir, Dünyamızı basıyorlar. İşte Sumud, Golem’i durduracak o sihirli kelimedir.

Akış, özgürlüğe bir yoldur. Ağıla kilitli bir koyun sürüsü düşünün. Onlar özgürlüğe, yemyeşil çayırlara koşmak ister, sıkıntılı çevrelerinden uzağa, hatta belki sürüden ve haşin çobandan da kaçmak isterler. Kapıyı açamazlar, ama dışarıdan kendilerine bir müttefik bulurlar: Kurt. Hikâyenin sonunu La Fontaine iyi biliyor, biz bilmiyoruz. Koyunlar, eğer Kurt’un planını anlarlarsa ve kendi midesine koyunların akmasına dair planı engellenirse, hâlâ kurtulabilirler.

Sınırsız akış herkes için ölümdür. Bunu Türkiye’ye gelecek sefer yapacağınız bir tatil gezisinde anlayabilirsiniz. Arkadaşlarınız plajda yatarken bir arabaya binin ve Anadolu’nun kayalık dağlarına gidin. Burada hızlı dereler ve çavlanlar arasında büyük Bizans şehirleri ve kilise harabeleri bulacaksınız. Buraların yerlisi olan Aziz Paul onları ziyaret etti, Aziz John ise oralara ateşli mektuplarını gönderdi. Peki onlara ne oldu? Onlar, Akış’ın kurbanı oldular. Bin yıl önce Küçük Asya’nın dağları ve vadileri gürbüz bir Bizanslı halkla doluydu. Köylüler ve savaşçılar olarak Anadolulular, sahilin gelişmiş şehirlerini besliyor, bu şehirlerin iç bölgesi olarak iş görüyorlardı. Konstantinopol, Arapların kuzeye yaptıkları yıldırım seferinde saldırıya uğradığında, istilayı Anadolulular durdurdular ve Arap Müslüman ülkelerle Ortodoks Bizans İmparatorluğu arasına bir sınır çektiler. Anadolulular, Farsları ve Bağdat Hilafeti'ni bir hizada tuttular ve imparatorluk barış içinde yaşadı.

Ama sonra Bizans’a neoliberal fikirler sızdı; zira Nobel ekonomi ödülü sahibi Milton Friedman’ın fikirlerine benzer bu fikirler, insanlığın icat ettiği, vebaya benzer bir hastalıktı, tıpkı tefecilik gibi. Bizanslı neoliberaller, asilzadelere ve yükselen kapitalistlere Anadolu topraklarının özelleştirilmesi gerektiğini anlattılar; dağlardaki iktisaden verimsiz tarım da sona erdirilmeliydi ve bunun yerine büyük çapta koyun yetiştiriciliği başlatılmalıydı. Zengin ve güçlüler bu öğüdü dinlediler. Topraklara el koydular, onları çayıra çevirdiler ve iyi kâr ettiler. İşsiz ve topraksız köylüler Konstantinopol’e toplandılar, dağlarını ıssız bıraktılar. Neoliberal fikriyat değerini ispatladı: Boğaziçi kenarındaki Büyük Şehir, çok miktarda koyun eti ve bir o kadar da ucuz işgücü elde etti. O sırada Türkmen kabileleri sınırlardan Anadolu’ya baktılar ve güzel bir sürprizle karşılaştılar: Küçük Asya bomboştu; sürülerle koyun ve birkaç koyun çobanı vardı. İçeri girdiler, koyunlardan güzel kebap yaptılar, buldukları çobanları da kendilerine kattılar ve Osmanlı Devleti’ni kurdular. Kısa süre sonra Büyük Şehir’i de aldılar, çünkü hinterlandsız bir şehir yaşayamazdı.

Bu, Bizans İmparatorluğu’nun sonu oldu. Onu, bizim okul kitaplarında yazdığı gibi, Türkler yıkmadı, neoliberaller yıktı, Türkler, sadece insandan boşalmış araziyi aldılar. Aynı son Judeo-Amerikan imparatorluğu için de geliyor, çünkü o da hızla kendi güç temelini yıkıyor. Yine de onun ideologları tarihten bir iki şey öğrendi ve bir çözüm buldu: Kendi politikalarını tüm dünyaya önermek. Gerçekten de eğer Türkmen kabileleri de neoliberalleşmiş olsalardı, hiçbir zaman Anadolu'ya girmezlerdi: Steplerdeki kendi hediyelik eşya dükkânlarında ter dökerlerdi. Eğer Akış’ın insanları kazanırsa, tüm İnsanlık kara bir gelecekle karşı karşıya. İnsanlık, Akış’la uzun bir süre gitti. O, bize başka türlü elde edemeyeceğimiz çok sayıda kişisel özgürlük bahşetti. Ama bu yemek bedava değildi. Eski çeşitliliğimizin çoğunu kaybettik. Tamamen bittiğinde de ruhen ölmüş olacağız. Hayatta kalabilmek için Sumud’a dönmeliyiz.

19. yüzyılın sağ ve sol düşünürleri, köylü çocuğu Pierre-Joseph Proudhon ve intihar eden parlak Viyanalı şahsiyet Otto Weininger, Yahudilerin Akış şartlarında yükseldiklerini gördüler, Sumud ise aşırı Akış’a bir Gentile cevabıydı. Dolayısıyla, bugün de Yahudilerin yükselişi insanlık için düşündürücü bir belirti kabul edilebilir. Bu demek değil ki Akış’ı yaratan Yahudiler, zira Yahudi’siz bir akış da görmekteyiz. Doğu Afrika’da onların yerine Asyalılar, Hindistan’da Bengalliler, İngiltere’de İskoçlar, ABD’de Yankiler vs. bahsi edilen bölgelerin Akış insanlarıdır. O alışılmadık Yahudi zenginliği, daha çok sosyal bozukluğun bir belirtisi olarak görülmelidir. Yüzeysel antisemitlere göre, eğer Yahudiler yerlerinden atılırsa aşırı Akış problemi çözülecektir. Oysa bu, genç doktorların klasik yanlışıdır; onlar da hastalığa bakmayıp palyatif (geçici) tedavi sağlarlar. Yahudilere ayrımcılık yalnız ahlaken kabul edilmez değil, politik olarak da yanlıştır. Eğer Yahudiler uzaklaştırılırsa, yerlerine ruhen ‘Yahudi’ ama ırkî açıdan başka kişiler geçer. Bunun yerine toplum, bu büyük göstergeye bakarak iyileştirilebilir. Yahudiler banker olarak zenginleştiklerinde, zengin banker kalmayana dek bankacılık sistemi revize edilmelidir. Hollandalı lale yetiştiricilerine de bu yapıldı. Vladimir Lenin, bankerlere ortalama işçiler kadar gelir verdi ve bu işe yaradı: Sovyet Rusya’da bankacılık sistemi Yahudileri cezbetmiyordu.

Yahudiler medyada parladılarsa, medya demokratikleştirilmelidir. İnternet bize yeni bir özgür ve herkesçe erişilir forum sunar, böylece görüşlerimizi paylaşabilir ve bilgi toplayabiliriz. Yahudiler reklâmcılıkta yoğunlaşırsa, bu işkolu kaldırılabilir. Sürekli satın almaya ve tüketmeye çağrılmadan da yaşayabiliriz. ABD’de avukatların çoğunu Yahudiler oluşturur, öyleyse hukuk sistemi değiştirilmelidir ki multi milyon dolarlık tazminat davaları unutulsun.

Eğer Yahudiler alkol üretimine yoğunlaşırsa ki 19. yüzyıl Rusyası’nda böyle oldu, bunun da çözümü var. Rus hükümeti imalathaneleri devletleştirdi ve bundan gelir vergisinden de fazla gelir sağladı, bu da alkolle zehirlenme dalgasına son verdi (birçok Yahudi’nin Amerika’ya göç etmesine neden olan, Yahudi kovuşturmalarından çok bu eylemdir).

Eğer Yahudiler sanatta düşlerinin de ötesinde başarılı oluyorlarsa, bu sanat dünyası hasta demektir ve bunun halline bakılmalıdır. Eğer Yahudiler Amerikan sinema endüstrisine hâkimlerse Hollywood kapatılmalıdır; hiç şüphe yok ki Terminatör-3 ve Büyük Şehirde Seks gibi filmler olmadan da yapabiliriz. Son yılların kayda değer en iyi filmleri Yahudi-Amerikan dünyası dışında, İran ve Çin’de yapıldı. Emperyalizm, bir Akış tezahürüdür. Modern Amerikan emperyalizmi, kendi sağcı neokonlarınca yürütülür. Ama SSCB’deki solcu Troçkist fraksiyon da “dünya devrimi” şeklindeki emperyalist politikalarını yürüttü ve Stalin’e ait bir tür Sumud sloganı olan “tek ülkede sosyalizm”le durduruldu. İngiliz emperyalizmi, sağcı İngiliz başbakanı Disraeli tarafından yürütüldü; o, vaftiz edilmiş olmasına rağmen, Yahudi gururu ve saldırgan şovenizmini devam ettirdi (Disraeli, bir Yahudi devleti kurmak istedi ve siyonizmin asıl banisi Theodor Herzl değil, odur). O, İngilizlerin “koloniler, anavatanın boynunda dönen değirmen taşlarıdır” sözüne karşı çıktı. Fransız solcu siyasetçi Adolphe Cremieux (Universal Israelite Alliance’ın -Evrensel İsrail Birliği’nin kurucusu) Fransız emperyalizminin de büyük bir destekçisiydi. (Cezayirli Yahudilere Fransız vatandaşlığı verdi, ama onların Müslüman komşularını kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş hâline getirdi. Böylece 1950’deki Cezayir savaşının temellerini attı).

Emperyalizm “anavatan”da yaşayan normal İngiliz ya da Fransızların durumunu düzeltmedi. Onlara birçok savaş, kitlesel göç ve sonunda yıkım getirdi. Eğer harcayacak bir dünyamız olsaydı, ABD’yi o emperyalizmini işletmesine izin verirdik, böylece bu emperyalizm nihayetinde çökerdi, ama ne yazık ki dünyamız ondan önce yok olurdu. Dolayısıyla Sumud, bir anti-emperyalist eğilim olup Gladstone ya da Pat Buchanan’ın sağındakiler veya IWW (Industrial Workers of the World -Dünya Sanayi İşçileri sendikası) üyesi Eugene V. Debs’in solundakilerce savunulabilir.

Gay Pride Movement (“Gey Onur Hareketi”) Akış’a dâhildir. Bu anlamda “gey” sözüne itiraz etmiyorum. Sonuçta erkek ve kadınların kendi özel hayatlarıdır. Ama aşırı gurur özel hayat değildir ve bu aşırı gurur, İngilizce Pride kelimesi ile karşılanmıştır. Onurlu Yahudiler, onurlu geyler, onurlu Amerikalılar kendi gökkuşağı, mavi-beyaz ya da yıldız-şeritli bayraklarını sallarken aynı derecede iticidirler, çünkü onlar Gurur ve Akış’ı sembolize ederler.

Bu, Akış’ın bitirilmesi gerektiği anlamına da gelmez. Dünyanın biraz Akış’a ihtiyacı vardır, çünkü onsuz evrensel fikirlere sahip olamaz, internette birçok bilgiyi değiş tokuş edemezdik. Ama buradaki gurur ve kibir kırılmalıdır, yerine daha çok bilinç ve farkındalık geçmelidir, çünkü Akış, biriken Çeşitlilik enerjisini, bu ortak mirasımızı bitirir. Benzer şekilde, yeşil bahçeli ve yüzme havuzlu Yahudi yerleşimleri de yeraltının yenilenmeyen su kaynaklarını tüketerek çoğalırlar ve Filistin köylerini kupkuru ve susuz bırakırlar.

Akış ve Sumud yaklaşımı ırkçı değildir; “Kan ve Toprak” sloganının karşısındadır. Toprak ilk ve sondur, çünkü Kan, tek başına yetmez. 1993’ten sonra birçok Filistinli mülteci Filistin’e geri döndü. Bu iyi bir gelişme, umarım daha çoklarının da dönmesine izin verilir. Geri dönenler harika insanlar, iyi niyetliler. Onlar kan olarak Filistinli. Ama uzun süre başka yerlerde yaşamışlar ve toprakla teması kaybetmişler. Onlar da Akış insanları olmuşlar ve daha iyi bir dünyada yerli köylülerden yeniden yerli olmasını öğrenmeliler. Ama gerçek dünyada Akış, insanları yerlilere kendi başarı örneklerini öğretirler. Filistin’in yerli köylü ve kasabalıları genellikle geri dönenlerin çoğalmasından hoşnutsuzluklarını bildirirler. Geri dönenler onların yakın akrabalarıdır, amcaoğullarıdır, ama Ramallah ve Gazze’de güç, çoğu zaman yerlilerin aleyhine olacak şekilde, eşitsiz dağılmıştır.

Oysa bu, bir güç sorunu değil: İyi dostum ve bir Filistin asıllı Amerikalı olan Sam geri döndüğünde Ramallah’ta bir mağaza açtı, hâlbuki mağaza yerli Filistinli çocukları topraklarından koparacak. Ramallah’ın etrafındaki yeşil tepeler oyun için tehlikeli yerlerdir, çünkü pusudaki İsrailli keskin nişancılar küçük-büyük demeden ateş ederler, dolayısıyla Ramallah’ın çocukları mağazanın koridorlarında oynarlar. Yarın onlar bu tepeleri önemsemeyecekler; insan yapısı çevreyi tercih edecekler. Böylece İsrail ordusunun Siyonist Akışı ve Amerikan mağazasının kapitalist akışı Filistin Sumud’una karşı “işbirliği” ettiler. Sam’ın iyi niyetli girişimleri pek de harika olmayan sonuçlar verdi.

Onlar, geri dönenler ne yapabilir ya da dünyanın herhangi bir yerindeki göçmen ne yapabilir? Onlar -yani biz- bir kez savaşın fırtınası, açlık denilen çaresizlik, merak ya da şans tarafından köklerinden söküldükten sonra Akış’ı desteklemeye mahkûm muyuz? Hayır.

İngiliz Hindistanı’nda İngiliz güçlerinden uzakta görevli bir Raj memuru, her yıl efendilerine bir rapor gönderiyordu. Bazı kereler raporunu sonuna dek okuyorlar ve şu notu düşüyorlardı: “Thompson ümitsiz vaka. O artık yerlileşti.” Yani yerli bir kadınla evlenmişti, yerli kıyafeti giyiyordu, yerlilerle vakit geçiriyordu ve Beyaz Adam’ın görevi ile pek ilgilenmiyordu. O imparatorluğun kaybıydı, yani Akış’ın, çünkü sınırın ötesine geçmiş, Sumud’a katılmıştı.

Ernest Fenollosa, ABD Salem’den bir Sefarad kökenli Amerikan şarkiyatçısı idi, Meiji döneminde Japonya’ya gitti ve yerlilere karıştı. Dillerini öğrendi, Japon kültürüne sevdalandı ve geleneksel Japon tiyatrosu No’yu -Japon Sumud’unun timsalini- yok olmaktan kurtardı. Onun eseri başka bir Sumud insanına, Ezra Pound’a ilham kaynağı oldu.

Bizim için de yol bu: Yerli olacağız, Akış’ı terk edip yeni Sumud’a katılmak için ülkenin âdet ve geleneklerini öğreneceğiz, kurallarını takip edeceğiz, insanlarını seveceğiz, kiliselerine gireceğiz, onların rehberliğini kabul edeceğiz, dillerini konuşacağız, Akış’ın Gururunu terk edip Sumud fikrini seveceğiz. Kendi cemaat kilisemde, ekmek-şarap ayini için oluşturulmuş o sırada, küçük kara bir kızın arkasında dururken aklımdan işte bunlar geçti.

Israel Shamir
23 Ağustos 2003
Kaynak

0 Yorum: