10 Şubat 2016

,

İran Devrimi ve Foucault


Jale Meydanı’nda Kara Cuma olaylarının yaşandığı 8 Eylül 1978 tarihinden kısa bir süre sonra Michel Foucault, İran Devrimi üzerine haber yapmak için Tahran’a gelir. İlk geçtiği haberler tipik gazeteci haberleridir. İran ordusu içerisindeki dağılmayı inceler, İran modernleşmesinin ekonomik ve politik tarihini izah eder ve İslam ile protesto hareketi arasındaki bağı ortaya koyar. Foucault’nun tespitine göre İranlılar, askerlerin kendilerine makineli tüfeklerle ateş açabileceği gerçeğini görmekte, ama asla geri adım atmamaktadırlar. O günlerde İranlılar, İran askeri yerine, havadan Tahran’a atılacak İsrailli savaşçıları karşılarında bulmayı tercih ettiklerini söylemektedirler.

İran’daki politik dönüşüme dair vizyon, Şah'ın, rejiminin ve onun temsil ettiği her şeyin tümden reddine dayanmaktadır. Foucault’nun tespitine göre, “İran’daki ayaklanma geleneksel toplumun modernizasyonunun her yana yayılması sürecine uyum sağlayamaması değil, İran toplumunun “bir arkaizm olarak modernizasyonu reddetmesinden kaynaklanmıştır.” Foucault geçtiği haberlerde, İran’da modernizasyonun ve çürümenin bir ve aynı şey olduğu üzerinde durur. Ona göre tüm yaşananların sorumlusu Şah ve ailesidir. Modernizasyon akıntısına karşı bir direnci temsil eden İslam, Foucault’nun kanaatine göre, İranlılara bir tür politik kimlik kazandırmış, bu kimlik, Şah ve ordusuna karşı çıkma noktasında İran halkına sahip olduğu kolektifliği müthiş bir güce dönüştürme imkânı sunmuştur.

Foucault, İran Devrimi üzerine haber geçmeye devam eder. Sonraki yazıları ilk geçtiği haberlerden artık farklıdır. Duygusal bir içeriğe ve bağlılığa sahiptir. Foucault, orduya karşı şiddete dayalı olmayan, duygusal ve cesaretli bir muhalefet gerçekleştirdikleri için İranlıları över ve devrimin ruhani lideri olarak Ayetullah Humeyni’nin mistik niteliğini yüceltir. Gelecek için somut bir program sunulması bağlamında Foucault yanlış bir tespit yapar, ayaklanmanın bir Humeyni hükümeti veya hiyerarşik bir dinî rejimle sonuçlanmayacağını söyler. Bu dönemde ayrıca Foucault’nun yazılarının köktenci İslam’ı eleştirmeden tasdiklediğini söyleyen Parisli aydınlara karşı bir savunma içerisine girer. Bu noktada Foucault, ilgili eleştirilerin İslam’a ait tüm biçimleri “kendi bütünlükleri içerisinde bin yıllık bir ‘fanatizm’ lekesine indirgemekte” olduğunu, oysa "İslam’ı anlamak için öncelikle nefretle işe başlamamak gerektiğini” söyler.

Foucault’yu büyüleyen, İran’da yaşanan olayları içine yerleştirdiği üç paradokstur: ilk olarak silâhsız bir ayaklanma, dünyadaki en kudretli ordulardan birini çaresiz bırakmıştır; ikinci olarak protesto hareketi iç ayrışmalar veya çatışmalar yüzünden dağılmamıştır; üçüncü olarak Şah'ın iktidardan indirilmesinin ötesinde, belirli uzun vadeli hedeflerin yokluğu hareketin zayıf değil, güçlü yanıdır. Foucault, İranlıların dinî yapıları kullanma yöntemlerini takdir eder. Mollalar, camiler arasında oluşmuş şebeke üzerinden kasetler dağıtmakta ve hükümetin sansürüne karşı istihbarat temin etmektedirler. Foucault’nun tespitine göre İranlılar, “mükemmelen cem olmuş bir müşterek irade” sergilemişlerdir. Sonrasında verdiği bir mülâkatta Foucault, İran’a gitmezden önce müşterek iradenin “Tanrı veya ruh gibi, bir insanın asla karşılaşamayacağı bir şey” olduğunu düşündüğünü söyler.

Devrimci olayların bitmeye yüz tuttuğu dönemde Foucault, İran’da yaşanan olayların bir felaketle sonuçlandığını anlar. Şah sonrasına kilitlenmiş, despotik bir rejimin, köktenci bir İslamî teokrasinin kurulduğunu görür. İktidarın başında ise Humeyni vardır. 14 Nisan 1979’da Foucault, İran’ın yeni başbakanı Mehdi Bezirgan’a bir mektup yazarak, ona İranlıların “bir mollalar hükümeti” tarafından yönetilmek istemediklerini anımsatır. Politik muhaliflerin, eşcinsellerin ve diğer istenmeyen kişilerin idamına atıfta bulunan Foucault, Bezirgan’ı insan haklarını korumanın hükümetin yükümlülüğü olduğu, eğer bu yükümlülük ihlal edilecek olursa, yeni rejimi var eden aynı dinin o hükümete karşı kullanılacağı konusunda uyarıda bulunur.

Foucault, 11-12 Mayıs 1979’da İsyan Etmek Beyhude mi? isimli çalışmasını yayımlar. Bu çalışmanın ardından da İran Devrimi konusunda tümüyle sessizliğe gömülür. İlgili eserde Foucault, İranlıların Şah'a karşı gelmesini sağlayan kuvveti muhafaza etmek ister: “Köktenci molla sınıfının eli kanlı hükümetindeki maneviyatla ölümün üzerine üzerine yürüyen kitlelerin maneviyatı asla aynı değildi.” Foucault, sarfettiği onca sözden caymanın gerekli olmadığına kanaat getirir ve İranlılara verdiği desteğin yeni rejime yönelik eleştirisiyle uyumlu olduğunu söyler:

“Bir insanın görüşlerini değiştirmesinde utanılacak bir şey yok ama o kişi, dün SAVAK’ın işkencelerine karşı olduktan sonra, bugün de ellerin kesilmesine karşı çıktığında, görüşlerini değiştirdiğini söylemesine bile gerek yoktur.”

Foucault’nun izahına göre bir aydın olarak sahip olduğu ahlâk, stratejik olmaktan imtina eden bir ahlâktır. Devrimin ortaya çıkardığı sonuçları yargılamanın veya onları ahlâkî yönden değerlendirmenin kendisine ait bir sorumluluk olduğunu düşünmediğini ifade eder: “Devlet, evrensel değerleri ihlal eder etmez bir tekillik ortaya çıkıp tüm uzlaşmazlığı ile hareket ettiğinde, o tekilliğe saygı duyulmalıdır.” 11 Mayıs 1979’dan sonra Foucault, İran Devrimi’ni ağzına bir daha almaz. Devrimle ilgili yazıları da kariyeri boyunca sıklıkla tartışmalara yol açar.

Visam Şaibi

0 Yorum: