27 Ocak 2016

Kızıl Mevlânâ


Abdülhamid Han Başani 1880’de Sirajganj’ın Dhangara köyünde doğar. 1907-1909 arasında Deoband Medresesi’nde dinî eğitim görür. Şeyhu’l Hind olarak bilinen Mahmud Hasan ve diğer ilerici Müslüman düşünürler eliyle İngiliz emperyalizmine karşı mücadele konusunda bilinçlenir. Eğitim konusunda sahip olduğu geçmişinden ötürü Mevlânâ unvanını alır. 1917’de politik faaliyetlere katılır. 1919’da Hindistan Ulusal Kongresi’ne katılır. Tutuklanıp hapse atılır. Çıktıktan sonra Hilafet Hareketi’ne girer. 1921’de İngiliz emperyalizmine karşı çıkan işbirliği karşıtı harekete katılır. 1930’da Müslüman Birliği için çalışmaya başlar. 1947’de Pakistan’ın ayrılması sonrası Doğu Pakistan Avami Müslüman Birliği’ni kurar. 1971’de Bangladeş kurulur. Burada Başani sosyalizm safında duran dindar bir Müslüman olarak faaliyetlerine devam eder. O politik İslam’a ait devrimci fikirleri dile getiren bir isimdir. Nasreddin Bağdadi’den aldığı tasavvuf eğitimi üzerinden Rububiyet kavramını geliştirir:
“Pakistan bir İslam devletiyim dese de o bir Müslüman devlet değildir. O İslam karşıtı emperyalist ve kapitalist nüfuz altında olmak istemektedir. İslam açısından Allah sadece Müslümanların değil tüm insanların Tanrı’sıdır. Burada millet, din ve deri renginin bir önemi yoktur. Rabb Allah’ın en yüce kimliğidir. Dolayısıyla Rububiyet’e hizmet etmek bizim en önemli görevimizdir.”
Ondaki sosyalizm etkisine bağlı olarak Başani sınıf mücadelesini burjuvazinin adaletsizliklerine ve zulmüne karşı cihad olarak değerlendirir.
Kızıl Mevlânâ olarak anılan Abdülhamid Han Başani 17 Kasım 1976 tarihinde Dakka’da, 96 yaşında vefat eder.
Başani’nin hayatı İngiliz hâkimiyeti boyunca doğmuş ve eğitim görmüş insanların yolculuklarını yansıtan bir ayna gibidir. Bağımsız Bangladeş’te hürmet gören bir isimdir. Politik açıdan faaliyetlerine Cemaatu’l Ulemaye Hind’de başlar. Ulusal Avami Partisi’ne girer ama oradan da ayrılır.
Aşağıdaki belge bu esrarengiz ismin özünü anlamamıza yardım edecektir. Bu belge müritlerine ettirdiği yemin metnidir (bayah).
“Allah (cc) adına imanımı eksiksiz icra edeceğime söz veriyorum. Resulallah’ın Allah tarafından gönderilen elçi olduğuna kesin olarak inanıyorum. Resul’ün naklettiği, izin verilenler ve verilmeyenlerle ilgili tüm talimatlara uyacağım.
Allah’tan başka kimsenin önünde eğilmeyeceğim.
Her türlü zorbalıktan ve suiistimalden kurtulmanın yegâne yolu olan sosyalizmi kurmak için yorulmak nedir bilmeksizin çalışacağım.
Emperyalizmin, kapitalizmin, feodalizmin, tefeciliğin ve yolsuzluğun her biçimini toplumdan söküp atmak için gönüllü köylü birliklerine katılacağım.
Kadiriye, Nakşibendiye, Çistiye tarikatına göre, tüm ayinleri, tefekkür, şefaat, namaz ve oruçları icra edeceğim.
Her yılın 19/20 Ocak’ında Tangail, Santos’ta düzenlenen büyük seminere katılacağım ve İslam Üniversitesi’nin ilerlemesine ve gelişmesine katkı sunacağım.”
Şakirt yemini İslamî pedagojinin iki özelliğini bize verir: imanla kaynaşmış amel ve sözel geleneğe bağlanma. Amel ya da doğru eylem bağlıların ana yükümlülüğüdür. Burada amaç namaz ve oruçtan yıllık toplantılara katılmaya dek tüm fizikî faaliyetleri yerine getirmektir. Bu, edeb kelimesi ile karşılanabilecek, alışkanlıklar ve pratikle koşullandırılmış varlık hâli anlamında Aristocu hexis kavramına benzer.
Sözel gelenek Çistiye, Kadiriye ve Nakşibendi Sufi tarikatlarına ve onların pratiklerine atıfta bulunmak olarak değerlendirilir. İslamî gelenek yazılı olmazdan önce sözeldir, Kur’an kelimesi de ezberden okuma anlamına gelmektedir. Yazılı hâline Mushaf denilir. Sözün önce gelmesi İslamî pedagojide bir şekilde muhafaza edilir. İlkin Kur’an hatmedilir, Sünnet’in anlatıldığı bir tür anlayış bilimi geliştirilir, oradan da sufilerin niyazlarında muhafaza edilen silsile öğretilir. Bu tür canlı sözel gelenekler Bangladeş’te devletten bağımsız kavmîlerde (cemaatlerde), medreselerde ve sufi tarikatlarında nefes alıp vermeye devam etmektedir.
Müslüman geçmişi olan insanlar Kur’an’daki kısa ayetlerin öğrenilmesi ve ezberlenmesi, beş vakit namazın kılınması yoluyla bu sözel gelenekle bağ kurabilmektedirler. Bu eğitim ve uygulama ilk örneğini Mekke’deki ilk cemaatte bulur. Hz. Muhammed’e Kur’an ayetlerini ezberleten ve namaz kılmayı gösteren Cebrail’dir.
Bu epistemolojinin ilkeleri ilk fıkıh kitabının yazarı ve Maliki fıkıh okulunun kurucusu İmam Malik ibn Enes’in Muvatta’sında aktarılan Peygamber geleneğinde ortaya konmuştur.
İmam Malik bilgi arayışını tavsiye eden birçok geleneğe vakıftır ama sadece Peygamber’e dek uzanan yolda öğretmenin öğrenciye, sineden sineye, kalpten kalbe bilgi arayışının özünü ifade etmek için şu hadisi aktarmayı kendisi yeterli görmüştür.
“Pir Lokman vasiyetini hazırlar ve oğluna şu öğüdü verir: ‘Oğlum! Bilgili insanların yanına otur ve hep onlara yakın ol. Zira Allah gökten bol yağmur dökerek ölü toprağa hayat verdiği gibi, irfanın ışığı ile kalplere de can verir.”
21 Nisan 2014
Kaynak

0 Yorum: