12 Ekim 2015

,

Emanet


Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu üstlenmeye yanaşmadılar.
Ondan korktular da emaneti insan üstlendi.
Çünkü insan çok zalim, çok cahildir.

[Ahzab: 72]

İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bu gerçeği, müşrikler, müstekbirler ve zalimler, “insanın yeryüzünü, insanlığı, canlı ve cansız maddeyi fesada uğratabilme hakkı” olduğu şeklinde yorumladılar, tarihsel süreç boyunca. O yüzden Marx, “tarih, sınıf savaşımlarının tarihidir” tespitini yapabildi. Marx’ı lanetleyen egemenler, bu gerçeğin bilinmesini istemediler hiçbir zaman.

İnsanın yeryüzü halifeliği, insanmerkezci bir etik vehmedilerek sahiplenilemez. İnsanmerkezcilik, benliğin mülkiyet altına alınmasıdır; tıpkı diğer her şeyin metalaştırılması, mülk edinilmesi çabası gibi. Oysa benlik bile başka bir düzeye; Allah’a, uzam ve zamanın sonsuzluğuna, bu dünyada ezilenlerin kolektif iradesine, kolektif mekânına ve zamanına aittir. İnsan yeryüzünde halife ise, bu halifelik onun bir mirası ve emaneti üzerine alabilme, aldığı emaneti koruyabilme ve yerine getirebilme çabası, becerisi ile gerçeklik ve geçerlilik kazanacaktır.

Bu emanet, ezenleri, müstekbirleri tahtından ve saltanatından indirme, ezilenlerin kolektif iradesini, örgütlülüğünü oluşturma, adaleti ve eşitliği sağlama yükümlülüğüdür. Bu yükümlülüğe uymayarak, böyle bir yükümlülüğü kabul etmeyerek dünyevi saltanatlarını ezilenlerin kanı, emeği ve teri üzerinden sürdürmeye, yüceltmeye çalışanlar emaneti, yeryüzü halifeliğini bilgisizlik ve zalimliklerinden dolayı sahiplenenlerdir. Çünkü emanet, onlar için bir yükümlülük değil, bir fırsattır. Dünya nimetlerini azgınca sömürenler, eşitsizliği ilahi ya da doğal bir yasa derecesinde kabul ettirmeye çalışanlar için emanetin gerçekte ne olduğunun bir önemi yoktur.

Allah’ın kendilerine şahdamarlarından daha yakın olduğunu” [Kaf:16] unutanlar, “âdeta dünyanın şahdamarları kesilmişçesine oluk oluk kanlarımızı akıtmaktan” söz ediyorlar. Allah, “insanın nefsinin ona neyi fısıldadığını” biliyor.

Nefs, mülkiyet ve saltanat çabasının, benliğine tapınma kibrinin göstergesi oluyor burada. Müstekbirliğin, zalime yaltaklanmanın, zulme sığınmanın boyutları bu noktaya geliyor. Ana hakikati -ölümlü olduğunu- unutanlar, Kürdün, işçinin, ezilenin, sosyalistin, fukaranın, halkın, yani hepimizin ölümlerine karar verme gücünü kendilerinde buluyorlar.

Tarihin acımasız diyalektiği yeniden işliyor; “rıza” aygıtları ile hegemonya kurma becerisi zayıflayan iktidarlar, “zor” aygıtlarını daha fazla devreye sokuyorlar. Çareyi, mücadele eden ezilenlerin canlarını almakta, geride kalanlara gözdağı vermekte buluyorlar. Emaneti kibrinden, zalimliğinden ve cahilliğinden dolayı üstlenmiş görünenler, mücadelenin, mukavemetin ve mücahedenin düzlendiği bir dünya hayal ediyorlar.

Yükümlendikleri emanetin gereğini yerine getirmek isteyenler için de tarihin diyalektiği açıkça işliyor: örgütlenmek ve mücadele etmek. Sömürünün ve zulmün karşısına kudret mücadelesi ile çıkmak.

Yeryüzünde adaleti, eşitliği tesis etmek; sermaye ve devlet aygıtının tahakkümüne, kula kulluk ve benliğe kulluk zilletlerine son vermek, Allah’ın yarattığı canlı ve cansız doğayı talandan, kâr hırsından korumak. Müşahede ve mücahedenin birlikteliğini sağlamak.

Gezi’de, Soma’da, Diyarbakır’da, Suruç’ta, Cizre’de ve Ankara’da katledilenler, yitirilen canlar, artık başka bir zaman ve mekân boyutunda varlıklarını devam ettiriyorlar; kolektif hafızalarımızda, mücadelelerimizin öfkesinde ve umudunda. Tarih boyunca tüm ezilen hareketlerinde olduğu gibi. Katledilen, yitirilen canların kolektif mücadeleye miras kalan emaneti, esas emanetimizle birlikte omuzlarımızda duruyor.

Tevfik Ziya
11 Ekim 2015

0 Yorum: