“Biz emaneti göklere, yere ve
dağlara sunduk da onlar onu üstlenmeye yanaşmadılar.
Ondan korktular da emaneti insan üstlendi.
Çünkü insan çok zalim, çok cahildir.”
[Ahzab: 72]
İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Bu gerçeği,
müşrikler, müstekbirler ve zalimler, “insanın yeryüzünü, insanlığı, canlı ve
cansız maddeyi fesada uğratabilme hakkı” olduğu şeklinde yorumladılar, tarihsel
süreç boyunca. O yüzden Marx, “tarih, sınıf savaşımlarının tarihidir” tespitini
yapabildi. Marx’ı lanetleyen egemenler, bu gerçeğin bilinmesini istemediler
hiçbir zaman.
İnsanın yeryüzü halifeliği, insanmerkezci bir etik
vehmedilerek sahiplenilemez. İnsanmerkezcilik, benliğin mülkiyet altına
alınmasıdır; tıpkı diğer her şeyin metalaştırılması, mülk edinilmesi çabası
gibi. Oysa benlik bile başka bir düzeye; Allah’a, uzam ve zamanın sonsuzluğuna,
bu dünyada ezilenlerin kolektif iradesine, kolektif mekânına ve zamanına
aittir. İnsan yeryüzünde halife ise, bu halifelik onun bir mirası ve emaneti
üzerine alabilme, aldığı emaneti koruyabilme ve yerine getirebilme çabası, becerisi
ile gerçeklik ve geçerlilik kazanacaktır.
Bu emanet, ezenleri, müstekbirleri tahtından ve
saltanatından indirme, ezilenlerin kolektif iradesini, örgütlülüğünü oluşturma,
adaleti ve eşitliği sağlama yükümlülüğüdür. Bu yükümlülüğe uymayarak, böyle bir
yükümlülüğü kabul etmeyerek dünyevi saltanatlarını ezilenlerin kanı, emeği ve
teri üzerinden sürdürmeye, yüceltmeye çalışanlar emaneti, yeryüzü halifeliğini
bilgisizlik ve zalimliklerinden dolayı sahiplenenlerdir. Çünkü emanet, onlar
için bir yükümlülük değil, bir fırsattır. Dünya nimetlerini azgınca sömürenler,
eşitsizliği ilahi ya da doğal bir yasa derecesinde kabul ettirmeye çalışanlar
için emanetin gerçekte ne olduğunun bir önemi yoktur.
“Allah’ın kendilerine şahdamarlarından daha yakın
olduğunu” [Kaf:16] unutanlar, “âdeta dünyanın şahdamarları kesilmişçesine
oluk oluk kanlarımızı akıtmaktan” söz ediyorlar. Allah, “insanın nefsinin ona
neyi fısıldadığını” biliyor.
Nefs, mülkiyet ve saltanat çabasının, benliğine
tapınma kibrinin göstergesi oluyor burada. Müstekbirliğin, zalime
yaltaklanmanın, zulme sığınmanın boyutları bu noktaya geliyor. Ana hakikati
-ölümlü olduğunu- unutanlar, Kürdün, işçinin, ezilenin, sosyalistin, fukaranın,
halkın, yani hepimizin ölümlerine karar verme gücünü kendilerinde buluyorlar.
Tarihin acımasız diyalektiği yeniden işliyor; “rıza”
aygıtları ile hegemonya kurma becerisi zayıflayan iktidarlar, “zor” aygıtlarını
daha fazla devreye sokuyorlar. Çareyi, mücadele eden ezilenlerin canlarını
almakta, geride kalanlara gözdağı vermekte buluyorlar. Emaneti kibrinden,
zalimliğinden ve cahilliğinden dolayı üstlenmiş görünenler, mücadelenin,
mukavemetin ve mücahedenin düzlendiği bir dünya hayal ediyorlar.
Yükümlendikleri emanetin gereğini yerine getirmek
isteyenler için de tarihin diyalektiği açıkça işliyor: örgütlenmek ve mücadele
etmek. Sömürünün ve zulmün karşısına kudret mücadelesi ile çıkmak.
Yeryüzünde adaleti, eşitliği tesis etmek; sermaye ve
devlet aygıtının tahakkümüne, kula kulluk ve benliğe kulluk zilletlerine son
vermek, Allah’ın yarattığı canlı ve cansız doğayı talandan, kâr hırsından
korumak. Müşahede ve mücahedenin birlikteliğini sağlamak.
Gezi’de, Soma’da, Diyarbakır’da, Suruç’ta, Cizre’de ve
Ankara’da katledilenler, yitirilen canlar, artık başka bir zaman ve mekân
boyutunda varlıklarını devam ettiriyorlar; kolektif hafızalarımızda,
mücadelelerimizin öfkesinde ve umudunda. Tarih boyunca tüm ezilen
hareketlerinde olduğu gibi. Katledilen, yitirilen canların kolektif mücadeleye
miras kalan emaneti, esas emanetimizle birlikte omuzlarımızda duruyor.
Tevfik Ziya
11 Ekim 2015
0 Yorum:
Yorum Gönder