02 Ekim 2014

,

Zaten


Sol, kafe ve barlardan çıkamadığı için, Bandista denilen grubun müzik yaptığını zannediyor, oysa son albümü, hırsızlıktan başka bir şey değil. Albüm, Haziran Kıyamı’nın sol şahsında, kısa sürede tüketildiğinin de delili. Üretim yerine tüketim ideolojisinin hüküm sahibi olduğu ortamda, bir grup gencin getireceği geviş de bu şekilde oluyor.

Solcular, duvarlara “2,5 liraya çay mı olur lan?” yazıyorlar, aynı solcular, kafelerinde çayı 2,5 liraya satıyorlar. Böyle avutuyorlar milleti, böyle yalan söylüyorlar. Kafe ve barlar, özel bireylerin özel ve esrik sohbetlerini çağırıyorlar. O özel bireyler, biricikliklerini bu mekânların sınırlarında tatmin ediyorlar. Biricikliğin şenliği, o panayır hâli Bandista oluveriyor. Biricikliğimizin zemini ve sebebi olduğu için, hâlâ solcuyuz. Solculuğun başka bir anlamı ve değeri yok.

Bandista, ismini, süreç içinde romantikleştirilmiş Zapatistalardan alıyor. Zapatistalar, ormana ilk gittiklerinde kendilerini öğretmen, halkı öğrenci olarak görüyorlar. Orman ve yerliler onları kovuyorlar. Devrimciler, bir daha gidiyorlar ve gene kovuluyorlar. Sonra biraz Mao biraz da Che’ye referansla, “halk en iyi öğretmendir” sözüne bakıp, ormana öğrenci olarak gidiyorlar, rahle önüne diz çöküp halka, “bize siz öğretin” diyorlar, sonra bugüne geliyorlar. Bizse onlardan kendimizi “özel halk” zannedip, öğretmenlik yapmayı öğreniyoruz.

Bandista ise halkın, halkın müziğinin öldüğü, halkın evladının, şiirinin, Ahmet Kaya’sının meze kılındığı momentte varoluyor. O, Grup Yorum yoksa var, daha doğrusu, Yorum olmasın diye çığırıyor. Tasfiyenin ve tecridin şarkısı, devrimin ve devrimcinin türküsünü yenmek istiyor. Ahmet Kaya Partisi tasfiye edildiği için o var. Panayırda eğlenmek, yüklerden kurtulmak için bu şart. Bunun için Bandista, partizanın eline, partiye düşman anarşistin kara bayrağını tutuşturuyor, kafe ve barlar bunu emrediyorlar. Üzerindeki jan janı kazıyınca alttaki hedonizm ve sinizm pis pis sırıtıyor.

Sonra, o kabız hâliyle, sözleri Filistinli şair Tevfik Zeyyad’ın, ezgisi Lübnanlı Ahmed Qabur’un olan Unadikum’u söylüyor Bandista. Özgün hâlinde, “Karşılarına dikildim zalimlerin/ Yetim, çıplak ve yalınayak/ Kanımı avucumda taşıdım/ Asla düşürmedim yere bayrağımı/ Atalarımın mezarlarındaki yeşil otlara/ Bekçilik ettim” diyen şarkıya, liberal, boş gevelemeler düşürülüyor ve “bizde şehit yok insan var” deniliyor, ecdadına küfrederek, mezarlara tükürerek, avuçtaki kanı silip bayrağı yere atarak. Birer birer gelip birer birer böyle ölünüyor, dost-düşman burada karışıyor. Filistinlinin eline liberalizmin “insan” bayrağı tutuşturuluyor. Çok güçlü görünmek için en yavan, en apolitik, en gerçek dışına sarılıyoruz özünde.

Bunlar hep, teorinin, ideolojinin ve politikanın biricik ve özel bireylerin sınırlarına mahkûm edilmesiyle ilgili. O özel bireyler topluluğu, teori, ideoloji ve politika işlerine girdiğinde, gösterişe, kendini beğendirmeye, kendisini göstermeye kilitleniyor. Teoriyi, ideolojiyi ve politikayı sınıfsal, tarihsel ve toplumsal olandan ayrıştırıp sahte tanrı olan birey düzeyine çekiyor. Dolayısıyla maddiyat diyalektiğe galebe çalıyor. Maddiyatını ispatlama yarışına giriliyor. Örgüt olunuyor, örgüt, bireyin don değiştirmiş hâli oluyor. O örgüt, sömürülenlerin ve mazlumların kolektif kavgasından değil, devlet ve burjuvaziden öğreniyor eksiklerini, yanlışlarını.

Bu örgüt ve bu birey, aklını ve eylemini yaldızlamak zorunda. Güç meselesini buradan kavramaya mecbur. O, örneğin, IŞİD gösterip sıtmaya razı etmeli. İç savaş edebiyatını güncellemeli ki kendi iç huzurunu tesis edebilsin. Bu edebiyat, kendi müziğini çağırıyor. Huzurlu hâl yüzünden, on tane militan Müslüman, İstanbul Üniversitesi gibi bir mevzii tarumar edebiliyor.

Kafe ve barlar, cılız gövdeyi cüsseli, etli, iri ve güçlü görmek isteyen akla hizmet ediyorlar. Oradan çıkan siyaset de güçlü görünmeyi, kalabalık zannedilmeyi iş zannediyor. Giderek zayıflayan beden, daha büyük bir güç tasavvuruna ihtiyaç duyuyor.

Oysa zaten güçlüyüz. Oysa zaten sömürülenler ve mazlumlar, muhalif bir hattı günbegün örüyor olmalılar. Mevcut bir güç, mevcut bir örgü var, mesele ona iştirak eylemekte, karışmakta. Sol, ondan uzaklaşmanın adı, örgüyü, örgütlülüğü, muhalifliği ve gücü engelleme iradesi. Sömürülen ve mazlum olmama lüksü, afra tafrası, pozu…

Marx, yüz elli yıl önce özel bireylerin özel kurgularına kılıç salladığı vakit onları “zanaatkâr ideolojisi” olarak nitelemiş. Bugün “doktor, mühendis ve avukat” üçlüsü almış bunun yerini. Özel insanların özel kulüpleri olarak örgütler, başlarına bir doktor, mühendis veya avukat getirmeye mecburlar. Solculuk burada temellenmek zorunda. Bandista, onların gençlik heyecanlarına ve hezeyanlarına tercüman olmak için var.

Tam da bu yüzden Latin Amerika’da Che, Afrika’da Amilcar Cabral “sınıf intiharı”ndan söz ediyor. İşçileşmekten tiksinen bir sınıfın politik-ideolojik yönelimlerinin sorgulanmasının nedeni bu. Söz konusu sorgu, salt ele silâh alınca yapılmış olmuyor, sadece ertelenmiş oluyor.

Özel insanlar, mülkiyetle ve rekabetle düşünüp o şekilde hareket ediyorlar. Sınıf intiharı, aidiyeti zorluyor. Silâhı tutanın da özel bir birey olması ve kendisini böyle kurgulaması, sorunu çözmüyor. Halkın tuttuğu silâhın namlusuna kendimizi sürdüğümüzde yol alınabiliyor.

Ekranda, duvarda, tişörtte, sözde görüneni taklit ettiğimizde güçlü olmuyoruz, sadece güçlüymüş gibi görünüyoruz. “Zaten güçlüyüz” tespiti, ancak mevcut güçle hemhal olabilmek suretiyle hakikîleşiyor.

Bireyleri dinliyoruz, onlara kulak kesiliyoruz, onların hikâyelerine önem veriyoruz; ait oldukları başı sonu olmayan kütleye ait olmamak için yapıyoruz bunu. Kaçmak, uzaklaşmak, solculuk denilen kovuğa sığınmak için…

Tek siyasî faaliyetimiz, özel gördüğümüz bireyleri başkalarından çalmak üzerine kurulu. Tek ideolojik faaliyetimiz, özel bireylere sahip olmak için gerekli ideolojik zemini kurmaya yönelik. Tek teorik faaliyetimiz, özel insanları bir süre bir arada olmaya ikna edecek zekâ oyunları oynamaya dair.

O yüzden sıcak geliyor Bandista’nın çalıntı “ezgileri”, sözleri. Övdüğümüz sokak, aslında kafe-bar sokağı. İşsizlik, yürüyen, üretmeyen hâlimiz. Baktığımız dünya, burjuva özgürlükler dünyası. “Bir daha asla” lafı, örgütlü devrimci geçmişimizle ilgili. Yarına dair umutsuzluk, bugünün kapitalizmsiz olduğu yalanı.

Solda birlik teraneleri de güçlü görünme kaygusuyla ilgili. Yapısal, köklü, toprağa, kemiğe, cana dair bir tarafı yok. Asla yakıcı değil. Bir merkezkaç etkisi. Merkezdeki üç beş özel insan anlaşacak ki alttaki kitle kaçsın. Kitle kaçsın ki özel örgütlerin özel insan birikimi muhafaza edilebilsin. Kimse kolektifleşmesin, ortaklaşmasın, ortak derde ve öfkeye örgütlenmesin, dert ve öfke ortaklaşıp örgütlenmesin.

Öyle ve o kadar bireyiz ki, devletin ve burjuvazinin Tayyip denilen bireyde özetlenmesine seviniyoruz. Bilek güreşimizde dış yardımları bekliyoruz sadece.

Zaten güçlüyüz oysa. Mesele, o gücün aklına ve eylemine örgütlenmekte.

Eren Balkır
1 Ekim 2014

0 Yorum: