17 Ekim 2014

,

Eklem


Bir insanı duayla öldürmek mümkün, ama çorbasına biraz arsenik katmak gerek. Aynı şekilde, bir hükümeti alkışla yıkmak mümkün, ama temeline bir dinamit yerleştirmek gerek.

Dinamitin fitilinin ucu nereye dayanıyor, bu önemli. Bakû Kurultayı bir uç, ama onun ateşlendikten hemen sonra söndürüldüğü açık. Kafkaslar-İran-Anadolu hattında emperyalistlerle zımnen veya açıktan kurulan masada heba edilmiş bir teşebbüs.

Yüksek siyasete aldanmak çok kolay. Bayramlarda ya da yılbaşlarında fakirin imrendiği, kızdığı, gıpta ettiği zengin mahallelerine, caddelerine gitmesi kadar kolay. Cumhurbaşkanlığı balolarında, meclis kulislerinde, daha önce kapı dışarı edilen mekânlarda bugün egemenlerin temsilcileriyle birlikte dolaşmak, belirli bir yanılsamaya neden oluyor. Bu yanılsamaya karşı şerbetimiz, halkın kolektif mücadelesi. Marx’ın vurgusuyla, yerin bir karış altı. Mesele, yüksek siyasetin değil, bu halkın “objektif ajan”ı olmakta. Dolayısıyla objektif ajan suçlamaları, yüksekten geliyor, yükseğin kibrine ait ve ona dair.

İngilizler veya Almanlarla aynı masada bir araya gelmiş bir Bolşeviğin ardında bir devrim var. Bugün bu mekânlarda dolaşanların geriye dönüp böylesi bir devrimin olup olmadığına bakması gerekiyor. Ya da “devrim” dediği şeyin altta mı üstte mi olduğunu anlaması zorunlu. Alttakinin devrimci kalkışmasını yüksek siyasetin diline tercüme etmek, oraya kurban vermek, sorunlu.

Bakû Kurultayı, doğu halklarına, ama sömürülen-zulüm gören halklara sesleniyor. Ortak cihadın bayrağını yükseltiyor. Rus emperyalizmi dâhil, tüm zalim-sömüren güçleri karşısına alıyor. Bolşevikler, masada efendilere, “tamam, senin halkının ve ordunun içinde komünist çalışma yapmayacağım” sözünü veriyorlar, ama alttan alta işleyen devrimin diyalektiğini kendi maddîliğine kurban etmiyorlar. Devrimin salahiyeti zaten buna bağlı. Doğu’ya gittikçe Müslümanlaşmaları basit bir taktik meselesi değil. İştirakçiliğin rahmi orada…

Suphilerin katli, ideolojik, politik ve teorik bir geri çekilmeyi tetikliyor. KTUV’da silâhlı eğitim dâhil, birçok konuda ders görmüş komünistler, Kemalistlere biat ediyorlar. Şehitlerin, vicdanı ve aklı rahatlatan, sorumluluk bilincini geriye çeken bir yanı var. Sonrasında “bizce Suphi maceracı, serserinin tekiydi” diyenler, “aklın rasyonel sınırları” dâhilinde, Türkiye’nin kuruluşuna kendi meşreplerince katkı sunuyorlar.

Dinamitin yerleşeceği yer de burası. Kürd’ün kendisi bir dinamit. Fitilin ucu Ermeni’ye dayanıyor. Bakû Kurultayı, esas olarak Türk-Ermeni meselesi üzerinden devreye sokuluyor. Dönem itibarıyla ABD ve Sovyetler menşeli iki model var. İlki üsttekilere, ikincisi alttakilere sesleniyor. İlki toprak ağalarını, ikincisi işçiyi-köylüyü çağırıyor.

Bugün çeşitli İslamî kesimler, Kürd’ün “ABD ajanı” olduğuna dair bir propaganda yürütüyorlar. İsrail’in açık ettiği biçimiyle, Suriye’de ÖSO’ya yardım ettiği kesinse, bu İslamî kesimler de “İsrail ajanı” olmalılar. “Ukrayna’da Rusya’yı değil, AB ve ABD’yi destekliyorum” diyen Hakan Albayrak gibi isimlerin Kürd’e küfretmeye hakkı olmamalı.

Bu ajanlık eleştirisinde, hasmın küçültülerek, kendisini büyüteceğini zannetmeye dönük bir yanılsama var. Kürd’ü küçük görmek için dillendiriliyor bu ajan eleştirileri. Ama Kürd de 1920’de devrede olan iki model içerisinde pratikte Sovyet’e göz kırpıp, ideolojik planda ABD modeline yanaşırsa, bu eleştirileri dikkate alması gerekiyor. Emperyalistlerin kadın canını sömürüye açan dergilerinde YPJ gerillalarına yönelik övgülerden nem kapmak lazım.

Gerçeklik çok boyutlu. Örgütlü politik mücadelenin statikleşmesi, dinamizmi öldürmek zorunda. Dolayısıyla, AKP’nin “devlet bütündür, parçalanamaz” demesiyle, Figen Yüksekdağ’ın İMC TV’de “gerçek bütündür, parçalanamaz” demesi arasında bir fark, ayrım olması gerekiyor. “Aklın rasyonel sınırları”ndan söz eden Yüksekdağ, bu sınırları aşan mücadeleyi yönetebileceğini zannediyor. Aklın cisimleşmiş hâli olarak solda iradesini, varlık nedenini, kimliğini bulmuş olanların o aklın payandalarını sorgulaması mümkün olmuyor. Dolayısıyla Yüksekdağ, Kobanê için, “AKP’nin eylem çağrısı yapması gerekirdi” diyebiliyor. Aynı masada eşdüzlemde olmak, özneye kendisinin karşı tarafla eşit ve eş bir varlık olduğuna dair bir yanılsama hediye ediyor.

HDP’ye yönelik eleştiriler, onun Kandil ve İmralı arasında kalmış olması ile ilgili. Kendisine biçtiği eklem olma rolü, eleştirilerin aslî kaynağı. Alttakiler Kandil’e, üsttekiler İmralı’ya bakıyor. HDP, yirmilerde, Suphiler ve Bakû sonrası yaşandığı üzere, solun yüksek siyasete eklemlenmesinin aracı hâline geliyor. Sokağa, acil eyleme çağrı sonrası YDG-H’ı ve Kürd gençlerini “Jitem” veya “provokatör” ilân etmesi, bu yüksek siyasetle ilgili. Halktan, yerin bir karış altından bakıldığında, burada bir yanlışlık var. Yüksekdağ, gelecekte meclis koridorlarında giyeceği kıyafetle konuşmayı maharet sayabilir, ama bu türden yaklaşımların altta bir karşılığı yok, olmamalı.

Bahis konusu eklem, yüksek siyasete kilitlendiğinden, kireçleniyor. Bütün ve parçalanamaz gerçekliğin statik algılanması sonucu, HDP, halkın kılcal damarlarıyla temasını kesiyor. Yüksekdağ’ın konuşması boyunca AKP’yi ve Tayyip’i eşdüzlemde, eş ölçüde bir özne olarak muhatap alması, sorunlu. Ama bu yanılsama, kendisini sokakta, tarlada, fabrikada, kampüste değil, bu yüksek siyasette kurmasıyla ilgili.

HDP’ye yönelik Mustafa Karasu’nun eleştirisi, onun direnişi geri çekmesine yönelik. Aynı telden, Hasan Bildirici de, “HDP’in açıklamalarına ve tavırlarına bakınca, düzene tamamıyla tav olmuş bürokratik bir partiden başka bir şey göremiyorsunuz” diyor. Yüksek siyasete örgütlenmek, kireçlenmeyi, kendini merkeze almayı, küçük burjuva bir tarzla, herkesi kendisine mecbur etmeye çalışmayı, işbölümü, disiplin ve hiyerarşiden kaçmayı ve varlık gerekçelerine yabancılaşmayı koşulluyor. Tüm eksik ve yanlışlarını Kürd’le hasıraltı etmek isteyen sol öznelerin çıkış yolu bu.

Oysa Kobanê eylemlerinde Kürd halkı, rest çekti. Devletle ne türden bağ varsa kesmeye dönük hamle yaptı. Ziya Gökalp Müzesi dâhil, tüm saldırılar, bu devletle kurulan fiilî bağlara yönelikti. Bu, çentik atmak, kılıç çekmekti. Hüda-Par, kendisine yönelik saldırıları çeşitli ideolojik eleştiri kalıplarına oturtmak isteyebilir, ama bu saldırıların hedefinde, batınî manada, devlet vardı; dolayısıyla Hüda-Par, şehidlerini anarken, bu bağları da sorgulamak zorunda. Sorguladığı takdirde, eskiden olduğu gibi, özellikle 12 Eylül sonrası devletin kendisini bir açıdan da İran Devrimi’ne karşı örgütlediğini görecek, kendi konumunu tartışacaktır. Devrime karşı örgütlenmiş bir güçle devrime örgütlenmiş bir güç yan yana gelememeli.

Hüda-Par, bu saldırıları şöyle değerlendiriyor: “Biz ABD iftarına saldırdık, bunlar bunun intikamını alıyorlar.” Bu eleştiri, kimin ağzından çıkmış olursa olsun, Kürd hareketi de söz konusu eleştirideki riskli ihtimali dikkate almalı. “Türkiye’nin sömürgesi olmayalım” derken, ABD sömürgeciliğine davetiye çıkartılmamalı.

Geçmişte sıkça tartışılmış bir konu: eldeki kitlenin, eylemin, örgütün devrimin yerine ikame edilmesi meselesi. Bu meselenin tartışılması, devrimin hakikî kılınması için şart. Her saldırıda, her sillede, öznenin maddî varlığını mutlaklaştırması, merkeze alması kaçınılmaz. Bu statiklik, dinamizmin katili.

Devrim, bir fazla ile ilgili. Dolayısıyla, örgütün mevcut varlığını mutlaklaştırması ve devrimin bizatihi cisimleşmiş hâli olarak görmesi, hakikî devrim ihtimaline karşı onu körleştirir. Dolayısıyla, “Kobanê Devrimi” tespiti güzel, ama romantiktir. Bu romantizme endekslenmiş bir pratiğin gerçek devrim imkânlarına, ihtimallerine körleşmesi kaçınılmazdır. Devrim, pazarlık masalarında heba edilecek, koz hâline getirilecek bir şey değildir, olamaz. Kobanê Stalingrad ise, Berlin’e uzanmalıdır.

Müslümanlar da benzer bir krizin içerisinden geçtiler. Şimdi onlarla balo ve meclis salonlarında buluşmak, belirli bir kinle hareket etmek, oralarda olmayı yüceltmek, alttakilerin öfkesini ve derdini bastırmak zorunda. Müslüman’ın Müslüman olmaktan vazgeçtiği yerle, Kürd’ün Kürd olmaktan vazgeçtiği yer aynıdır ve o yeri kadîm devlet geleneği dayatmaktadır. Egemen beyaz, laik, “Türk” kurgusu karşısında Müslüman’ın ve Kürd’ün kazandığı her mevzi önemlidir, ama o mevziinin mutlaklaştırılması, yüceltilmesi, hareketin orada kireçlenmesi tehlikelidir. Bu devletin, CIA ajanı Bernard Lewis’in tabiriyle, “Türk’ün ezilmesine, askerin horgörülmesine, Anadolu’nun sömürülmesine” itiraz eden bir avuç insan tarafından “kurulduğunu” unutmamak gerekir. Sol, Suphiler sonrası, işte bu bir avuç insanın uzattığı “ulusal kurtuluş savaşı” zokasını yutmuştur. İç savaşta yenilen sol, egemenlerin tarihyazımına tav olmuş, kendi varlığını oradan kurmuştur. O, hâlâ Suphilerin Ankara’ya devrim değil, Kemalistlere ve ulusal kurtuluş savaşına yardım etmek için geldiğine inanmaktadır, inanmak zorundadır.

Oysa devrim, devletin “başka bir devlet” adına yıkılması demektir. Kemalistler, o bir avuç insan, sömürüye ve zulme karşı direndiğine ve bir devrim yaptığına iman etmiş olabilir ama yaptıkları, mevcut devletin dönüşüm sürecine eklemlenmekten başka bir şey değildir. Onların tarihyazımına bağlanmak da mevcut devlet-demokrasi kurgusunun “rasyonel” sınırlarına tabi olmayı getirecektir.

Yeni Türkiye’nin oluşum sürecinde, kendisi gibi kinli, ezilmiş Müslüman’la ortaklaşabileceğini, onunla yol alabileceğini, devletin dönüşüm sürecine eklemlenmenin tek çözüm olduğunu düşünenlerin devrim gibi bir dertleri yoktur.

Devrim derdi ve öfkesi, geçmişe değil, geleceğe dairdir. Lenin, gelecekte olacak devrime olan bağlılığı sebebiyle, Lenin’dir. Kendi kongresini, derneğini, dergisini, eylemini, kelle sayısını vs. devrim yerine ikame edenlerin anlamadığı husus budur.

Bugün, geçmişte kurdukları forumdaki 800 kişilik toplamı kendi şahsî çıkarları adına tasfiye eden, forumu üç-beş kişiye indirgeyip, bunların bir ikisini “dost meclisi”ne örgütleyenlerin, “Örgütlenmek partideki kafa sayısını artırmak değildir. İnsanlar partilere ya da kurumlara kazanılmaz aslında, sosyalizme kazanılır” demesi hayırlıdır. Bu yazıyı özeleştiri değil, kendilerine yönelik eleştirileri mülk edinme girişimi olarak görmek gerekir. Zira öze değil, biçime bakılmakta, biçim kendi çıkarları adına istismar edilmekte, pazara çıkartılmaktadır.

Mülk edinme girişimi, şehid Suphi Nejat’ın Menkıbe’sini de kapsamaktadır. “Örgütle parti özdeş değildir” diyen Nejat, “Parti-Ordu-Cephe”ye işaret eder. Bu, kendi gerçekliğini mutlak, parçalanamaz görenlerin örgütlenebileceği bir süreç değildir. Komünist partiye karşı “dost meclisi”ni mutlaklaştırmak, yüceltmek, onu belirli makamlar, kariyerler için devreye sokmak, bu nedenle, karşı-devrimcidir.

Nejat’ın şehadetinin Suphilerin şehadetine benzer bir sonuç üretme riski mevcuttur. Onun “Boğaziçili, aydın” gibi kimliklere hapsedilmesi, bu kesimin özel şehidi olarak işaretlenmesi, sorunludur. Küçük burjuva aydın kesim, artık şehid sahibi olmakla, yükten kurtulmuştur, yarına daha rahat, huzurlu bir biçimde uzanabilir demektir. Bu riske karşı Nejat’ın uyarısına bakmak, onun eleştirdiği şeyi kendisine yapmamak gerekecektir:

“[…] Ancak, adı sanı yoktur. Olası çatışmalarda şehit düşecek sırdaşlarını görkemlice anıp onlar adına eylem koymaz; sırdaşlar, onları kalbine gömer, herkes de bu ihtimali bilir. Bu örgütün üyeleri asla birer ‘örnek kişi’ veya ‘kahraman’ olmayacaktır.”

Eren Balkır
16 Ekim 2014

0 Yorum: