16 Temmuz 2014

,

Spinoza’nın Materyalist Rasyonalizmi


Althusser’in yapısal nedensellik anlayışının kökleri, kendi fikrince, Hegel’den ziyade “Marx’ın yegâne doğrudan atası” olan ve “felsefede emsalsiz bir devrim” gerçekleştiren Spinoza’nın felsefesine dayanır. Althusser’in felsefe tarihinde metafizik rasyonalizmin en azimli savunucusu olan Spinoza’ya yönelik duyduğu şevkin, kendisinin ortaya koyduğu eleştiride açığa çıkan yoğun kafa karışıklığına sebep olduğu söylenebilir. Althusser, Spinoza’nın hem felsefî konumunu hem de kendisinin onda kabullendiği ve reddettiği şeyleri anlamayan ya da anlama zahmetinde bulunmayanlarca çoğunlukla mahkûm edilmiş bir düşünürdür.[1] Ancak bu noktada Spinoza’nın, felsefe ile bilim arasındaki ayrımın henüz netleşmediği, bilimin “doğal felsefe” olarak kabul edildiği, bilimle din arasındaki mücadelenin hâlihazırda politik ve şiddetli bir nitelik arz ettiği bir dönemde yazdığı unutulmamalıdır. Althusser’i güçlü biçimde etkileyen şey, Spinoza’nın felsefesinin özenli, özgün bir materyalist ve realist konumu savunması ve filozofun başarısının ölçüsü olarak görülmesi gereken, nedensellik ve bilgi anlayışlarının Descartes ile Leibniz’in anlayışlarına olan üstünlüğüdür. Althusser, Marx okumuş bir Spinozist değil, Spinoza okumuş bir Marksisttir. Her şeyin ötesinde bunun anlamı şudur: Althusser (Spinoza gibi) felsefî akılcıdır, yani o, mantıksal açıdan gerçekçi olması sebebiyle, şüphe götürmez olan ve aynı ölçüde kesin bilginin aklın uygun uygulaması aracılığıyla çıkarımlandığı önermeler temelinde çalışmaz.

Althusser’e göre, Spinoza felsefesini devrimci kılan şey, onun sonsuz olgusal evreni şeylerin düzenini aklî kılması için muhtaç olunan aşkın bir varlığa, kökene ya da hedefe başvurmaksızın, Tanrı ya da Doğa gibi tekil bir özle izah etmesidir. Spinoza’ya göre, Tanrı sonsuzdur fakat O, dışında ya da ötesinde hiçbir şeyin bulunmadığı (genişletme niteliği altındaki öz anlamında) Doğa’nın sonsuzluğu ve ölümsüz yasalarında içkindir. Spinoza’ya göre, Tanrı ya da Doğa causa sui (kendi kendisinin sebebi) ya da kendi kendisini belirleyendir fakat bu, kendi özüne ait sabit yasalara tâbi olmak anlamındadır. Doğa’da keyfî olan hiçbir şey yoktur, yaratımın tek bir ânı ya da dışsal bir müdahaleden söz edilemez, bu sebeple, Doğa dışında kavranabilecek bir şey de bulunamaz. O hâlde Doğa, kendi etkilerinden (maddenin nitelikleri ve tarzlarından ya da durumlarından) başka bir şey değildir. Doğal unsurların sonlu tarzı ve onun nedensel etkileşiminin sonsuz akışı, Doğa’nın yansımaları ya da ifadeleri değildir; aksine bunlar, bütünün doğal yasası tarafından yapılandırılan, ancak aynı zamanda karşılıklı faaliyet tarafından bütünü oluşturan unsurlar anlamında, Doğa’nın kendisidir. Kendi nitelikleri ve çeşitli tarzları dâhilinde faal olarak kendisini yaratan Doğa (Natura Naturans), evrenin varolan tesis edilmiş yapısı ya da sistemi olarak Doğa’nın zıddıdır (Natura Naturata). Her iki unsur ve bütün, nedenselliğin gerekli ve tamamlayıcı özellikleridir.

Ayrıca Spinoza, monizm lehine, akıl ve beden ikiliğini düşünsel niteliklerle kapsama özelliğine sahip tek bir madde üzerinden savunan Kartezyen görüşe itiraz ederek, insan doğasına ilişkin materyalist bir konumu savunur. Başka bir ifadeyle, insan aklı, insan bedeninden ayrı değildir; insan zekâsı, bedenin fizikî karmaşıklığına âit aklî bağıntından başka bir şey olamaz. Bu, insanların doğal bedenler olarak anlaşılması ve dolayısıyla bu anlamanın tüm diğer olgulara uygulanan doğal yasalar aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğini söyler. Spinoza'nın insan özneyi evrenin merkezinden çıkarması ve insan doğasının açıklayıcı ilke olarak alınışının yol açtığı bozucu etkiyle ilgili kanaati Althusser’e oldukça sempatik gelmiştir. Sonuç olarak bu noktada bizi ilgilendirmese de onun için Spinoza’nın bilgiyle ilgili rasyonalist ve bir o kadar da realist konumunun önem arz ettiğini belirtmek gerekir. Althusser gibi Spinoza da düşüncelerle nesnelerinin denk düştüğünü, yani geçerli bir bilginin mümkün olduğunu söyler. Aralarındaki fark, Althusser Marksizminin indirgenemez ve geri alınamaz etkiye sahip oluşu, Spinoza’nın söz konusu denklikle ilgili olarak, tek bir maddenin düşüncelere, nesnelere ve niteliklere sahip olmasını tespit etmesi, denk düşmekle kalmayıp üstüne üstlük eş olmaları hasebiyle rasyonalist bir ispat önermesi, ancak öte yandan, Althusser’in rasyonalist teşebbüsü “spekülatif” bulup reddetmesi ve insan aklının varlığın doğası gibi metafizik muammalarla ilgili belli bir kesinliği oluşturabileceğine dair iddiaya karşı çıkmasıdır. Realist bir epistemolojinin rasyonalist ispatına ilişkin olasılık, bilimsel realizmin rasyonel savunusunu terk etmeyi gerektirmez. Ancak gene de bu, Spinoza’nın rasyonalist kesinliği ile Althusser’in gerçeğin gerçekle ilgili düşünce üzerindeki üstünlüğüne dair tezi arasındaki mutlak bir ayrıma işaret eder.

Tüm bu söylenenlere karşın, Althusser’in bakış açısına göre, Spinoza’nın değerlendirmesinde büyük bir adaletsizlik saklıdır. Descartes ve Leibniz de rasyonalisttir; ancak Althusser, onların konumlarını tarih bilimi için yararsız addeder. Birisinin epistemolojik öznelciliğe ve amprisizme (Descartes), diğerinin ise öznel idealizme (Leibniz) yol açtığını söyler. Aksine Spinoza'nın rasyonalist materyalizmi, her ne kadar doğrudan olmayıp, Hegel’in Spinoza sistemi üzerine yaptığı idealist ve teleolojik ikincil çalışma ile Marx’ın Spinoza’nın görüşlerini Hegel’den bağımsız düzeltmesiyle sonuçlanan Hegelci diyalektiğin eleştirisi dolayımıyla Marx’ın tarihsel materyalizmine götürür. Althusser’e göre, Descartes ve Leibniz’in aksine, Spinoza’nın rasyonalist bilgi anlayışı tek kalemde geçilemez; aksine onun realist çekirdeği rasyonalist kabuğundan ayrılmalıdır. Descartes ve Leibniz’in görüşleri gibi, devre dışı bırakılamaz. Spinoza, aklî faaliyetler arasında ayrım yapar: imgelem (beden ve bireysel deneyime sıkıca bağlı olan düşünceler) ve akıl (düşüncelerin düşünceleri, nesnel, genel kavramlar ve tutarlılık arz eden mantıkî ilkelere dayalı düşünceler.). Spinoza, ayrımı, doğruluk ve hata arasındaki epistemolojik ayrıma değil, “uygunluk” derecelerindeki farklara, yani nesnelliğe, mantıkî tutarlılığa ve açıklayıcı gücün genişliğine dayandırır. Dolayısıyla Spinoza’ya göre, mutlak hata gibi bir şey yoktur; çünkü her düşünce maddî bir nedene sahiptir, her ne kadar yetersiz biçimde olsa da bu, gerçek dünyayı anlamanın belli bir derecesini ifade eder. Ayrıca herhangi bir insan zekâsı için mutlak ya da bütünsel bir uygunluk mevcut değildir, bu, sadece ebedî olan Tanrı için vardır. Tanrı, tüm düşünceyi ve kapsamı, tam manasıyla uygun olan bilgi anlamında, sınırlar.

Althusser, Spinoza’nın eldeki yeterli bilginin farklı derecelere sahip olduğu anlayışındaki realist içerimi kabul eder ve bu dereceleri bilimle ideoloji arasına koyduğu ayrımla ilişkilendirir ama gene de Spinoza’nın eldeki yeterli fikirlerin ister istemez mutlak manada doğru olduğuna dair bağlantılı rasyonalist kanıtını reddeder. Spinoza, basit anlamda hem imgelemin hem de aklın, yeterliliğin farklı dereceleriyle birlikte, gerçekle örtüştüğü iddiasında değildir. O, ayrıca, Doğa’nın muhakeme ve genişleme gibi vasıflara sahip tekil bir töz olduğuna ilişkin önermesindeki mantıksal sonuçları takip ederek, nesnelerin ve fikirlerin mükemmelen örtüşen yapılara sahip olduğunu iddia eder. Dahası, Spinoza, bizim kesin emin olduğumuz ve hata olasılığı bulunmaksızın ek gerçekler kurabileceğimiz (Spinoza’nın “ortak nosyonlar” adını verdiği) kimi sezgilere sahip rasyonel varlıklar olduğumuz konusunda ısrarcıdır. İşte Althusser’in de itiraz ettiği, bu rasyonalist kesinliktir. İlk dönem çalışmalarında bile Althusser, her türden felsefî (veya bilimsel) hakikat ya da kesinlik garantisine karşı çıkmaktadır. Gerçek olana dair düşünce dâhilinde, gerçek olanın düşünce karşısında üstün olduğunu söyleyen materyalist teze, “düşünce unsurlarının gerçek olanın düzeniyle karıştırılmaması” gerektiğine yönelik bir ısrar eşlik eder ki bu yaklaşım, Spinoza’nın fikrin kimliği ve fikrin denk düşmesi gereken nesnel gerçeklik (ideatum) ile ilgili rasyonalist kanıtından tümüyle farklı bir yaklaşımdır.

“Gerçek ile gerçekle ilgili düşünce arasında bir ilişkinin olduğu şüphesiz ama bu, gerçek bir ilişkiye değil, bilgiye, bilginin yeterliliğine veya yetersizliğine ait olan bir ilişkidir ki bu da söz konusu ilişkinin, düşüncenin (yeterli ya da yetersiz) bilgi olarak ait olduğu gerçekte kazılı olan bir ilişki olduğu anlamına gelir.” (Althusser ve Balibar, Reading Capital, 1970, s. 87).

Althusser, düşünce ve gerçeklik arasında özdeşlik değil, korelasyon olduğu fikrini savunur fakat bunu ispatlayamaz ve Spinoza’nın bunun daima ispatlanabileceği yönündeki akılcı iddiasına itiraz eder. Bu nedenle, Althusser’in “pratik”le ilgili genel anlayışının düşüncelerle gerçekliği bağlayan aşkın ve sahte Spizonist bağ olarak iş gördüğünü söyleyen ve sıklıkla karşılaşılan görüşü savunulamaz.[2] Ancak Althusser’in ilk döneminde geliştirdiği ve “teorik pratiğin Teorisi” olarak belirlediği felsefe formülasyonu, Spinoza’nın, her bir düzeyinde “belirsiz deneyim”le aklî kavrayışı, tam bir kesinlikle ayrıştırmanın mümkün olduğu düşüncenin ikincil düzeni, cognitio reflexiva ya da “düşüncelerin düşünceleri” nosyonunu zayıf da olsa yankılar. Marx İçin ve Kapital’i Okumak’ta Marksist felsefeyi ya da diyalektik materyalizmi “teorik pratiğin Teorisi” olarak tespit eden Althusser, kendisini bilimin değil, felsefenin bilimsel bilginin ne olup olmadığına karar verdiğini iddia eden akılcı gelenekten tam anlamıyla ayrıştırmamıştır. Ancak akılcılığa yönelik genel muhalefetiyle birlikte onun felsefî bir “teorik pratiğin Teorisi” fikrine itiraz etmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Esasında Spinoza’nın formülasyonu, Althusser’in bilimle, bilimin “ideoloji” ile geriye dönük olarak etiketlediği şey arasındaki “epistemolojik kopuş” tarifine uyar, ancak Althusser’in anlayışı rasyonalist değil, tarihsel materyalizmle tanımlı olması sebebiyle, Spinoza’nınkinden kökten farklıdır. Althusser, hiçbir zaman epistemolojik kopuş anlayışını terk etmez, fakat içindeki mutlak hakikat ve hataya ait rasyonalist ifadelerden kendisini kademeli olarak arındırır. Dolayısıyla bilimsel gerçekçilik, felsefe tarafından kanıtlanabilir sabit bir önerme değil, felsefe içinde savunulabilen bir konum hâlini alır (felsefe ne bir bilimdir ne de bilimin arabulucusudur.)

Spinoza’nın nedensellik fikri, müdahaleci Tanrı gibi herhangi bir dışsal faile müracaat etmeksizin, doğanın yapısı bakımından, insanlar da dâhil, tüm olgular arası ilişkileri izah eder. Bu, dinin hâlâ hâkim ideolojik güç olduğu, uyanışa çağıran, batıl inanca yönelik itirazın Rönesans hümanizmi kadar doğa bilimleri alanından da yükseltildiği bir çağ olan on yedinci yüzyılda, gerçekten şaşırtıcı bir başarıdır. Spinoza’nın Tanrı veya İnsan’ı merkeze alan tüm Özne felsefelerine yönelik itirazı, Althusser’e göre, hem onun elde ettiği başarıların hem de “Tanrı çağının bitip İnsanlık çağının başladığı bir momentte” onun düşüncesine karşı yürütülen kapsamlı baskı politikasının nedenini verir. (Althusser ve Balibar, Reading Capital 1970, s. 102). Son dört yüz yıldır akıl ile ilgili söylem, Spinoza’nın gayrişahsi materyalizminin değil, onun rakipleri olan (Locke, Hume, Mill aracılığıyla) Descartes ve (Wollf, Kant, Hegel aracılığıyla) Leibniz’in hâkimiyeti altındadır. Althusser’e ve “zihnin ömrü” üzerinde toplumsal ve politik mücadelelerin zerre kadar da olsa etkide bulunduğunu kabul edecek herkese göre, bu tarz bir çıkarım pek de şaşırtıcı değildir. Bu nedenle Althusser daha da ileri gider ve tarih bilimi ile felsefe için söz konusu gelişmelerin ortaya koydukları negatif sonuçları gidermeye çalışır.

Robert Paul Resch

[Kaynak: Althusser and the Renewal of Marxist Social Theory, University of California Press, 1992, s. 42-46.]

Dipnotlar:
[1] Bkz.: Perry Anderson, Considerations on Western Marxism, Londra Verso, 1976, s. 64-66; Paul Patton, “Althusser’s Epistemology: The Limits of the Theory of Theorical Practice”, Radical Philosophy 1978 (Bahar) Sayı 19, s. 8-18; ve Gregory Elliott, Althusser: The Detour of Theory, Londra Verso 1987. Althusser’in Spinoza’yla ilişkisine dair kendi yorumları mevcut olmasına karşın bu yanlış anlamalar varlığını hâlâ sürdürmektedir (Louis Althusser, Essays in Self-Criticism, Londra New Left 1976, s. 132-41, s. 187-93). Bu türden bir yanlış anlama, Elliott’ın yeni çıkan kitabında da vardır; Pierre Macherey, Hegel ou Spinoza, Maspero, Paris 1979. Benim Spinoza ile ilgili anlayışım önemli ölçüde şu çalışmalara dayanır: Stuart Hampshire, Spinoza: An Introduction to His Philosophical Thought, Penguin, Harmondsworth 1987 ve Edwin Curley, Behind the Geometrical Method: A Reading of Spinoza’s Ethics, Princeton University Press, Princeton 1988, ayrıca Macherey’nin yorumu da ihtilaflı olsa da ilginçtir.

[2] Bu görüş, kaynağını şu çalışmadan almaktadır: André Glucksmann, “A Ventriloquist Structuralism”, şu çalışmanın içinde: Gareth Stedman Jones vd. Western Marxism: A Critical Reader, Verso, Londra 1978; özellikle bkz.: s. 286-90.

0 Yorum: