Kemalist Türkiye ile Sovyet Rusya
Arasındaki Dostluk
Moskova, Birinci Dünya Savaşı’ndan yeni çıkmış olan
ülkenin dostluğunu (ya da en azından müşfik tarafsızlığını) TKP’nin
desteklenmesine tercih etti. Doğal olarak bu destek, yardım görmeyen sözkonusu
partinin büyümesini sekteye uğrattı. İki ülke arasındaki ilişkiler otuzların
sonunda bozuldu, Sovyetler’in bölgesel tasarıları Türklerin millî duygularını
incitti ve öfkeye sebep oldu, bu gelişme de partinin gelişimini engelledi.
Diğer Ortadoğu ülkelerinde (ve Avrupa’da) yönetici
sınıflara yönelik güvensizlik, komünistler için bir dizi imkân sunarken, aradan
geçen otuz yılın başarıları ile övünen Türk orta sınıfı, en ufak bir güven
kaybına uğramadı. 1954’te Sovyetler’in Türkiye siyasetinde önemli bir değişim
yaşandı; Kemal Atatürk, bir kez daha Sovyet basınında büyük bir millî kahraman
olarak anıldı (oysa Sovyet Ansiklopedisi, bu konuda aksi görüşteydi.).
Ancak iki ülke arasındaki ilişkiler bir biçimde normalleşse de kararlı bir
küçük çevre dışında, komünist hareketin geliştiğine ilişkin herhangi bir
emareye rastlanmıyordu.
TKP, Ortadoğu’daki en eski partilerden biridir. Ayrıca
Komintern’e ilk üye olan partiler arasındadır (1921 II. Kongre). İlk döneminde
esaslı bir ilgiye mazhar olamayan parti, ilerleyen aşamalarda coşkulu, idealist
ve fedakâr kadroların faaliyetleri yanında, diğer KP’ler gibi bir dizi entrika
ve ihanetle yüzleşti. Gene de TKP, geçmişte olduğu gibi bugün de, Ortadoğulu
KP’lerden daha az önemsiz bir parti olarak görülemez.
Kısa süren coşkulu bir faaliyetin ardından, partinin
on beş yıllık bir uykuya yattığı görülür. Otuzların sonunda başlayıp 1946’ya
dek süren iyileşme dönemi sonrası, partinin hiçbir etkide bulunamadığı
uluslararası kimi gelişmelerin sonucunda faaliyeti aniden kesilir. Partinin ilk
önemli ve uzun süreli krizi, Türk ve Sovyet hükümetleri arasındaki işbirliğine
denk düşer; ikinci kriz ise tam aksine, İkinci Dünya Savaşı sonrası iki ülke
arasındaki gerilimin sonucunda biçimlenir.
Partinin kaderi Sovyetler-Türkiye ilişkilerine
tabidir. Türkiye’nin Sovyetler’e yakınlığı ve diğer kimi tarihsel koşullar
yüzünden aradaki ilişki, parti üzerinde doğrudan etkide bulunur.
Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin yenilmesi sonrası
ülkenin önemli bir bölümü müttefik güçlerce işgal edildi. İstanbul’da Sultan’ın
hükümeti kuşatma altındaydı. Ülke genelinde milliyetçi isyanlara rastlanıyordu.
Yunan güçleri, Mayıs 1919’da İzmir’e çıkartma yapıp ilerlemeye başlayınca
Mustafa Kemal, işgal altında olmayan Samsun, Erzurum, Ankara ve Konya’da isyanı
başlattı. Temmuz-Ağustos’ta Erzurum ve Sivas’ta millî kongreler toplandı ve
ülkenin parçalanmasına karşı çıkıldı. Yeni meclis üyeleri İlkbahar’da belirlendi,
üyeler, Ocak 1920’de Ankara’da toplandılar. Kemal liderliğindeki millî hareket desteklendi,
aynı yılın Nisan’ında M. Kemal meclis başkanı seçildi. Bu gelişme ardından
İstanbul’daki millî hareketin liderleri müttefik güçlerce tutuklandılar. İki ay
sonra işareti alan Yunan güçleri, büyük bir taarruz başlattılar. 1922’nin
ikinci yarısına dek süren barış görüşmeleri ve bir dizi yenilginin ardından
Yunanlılar Anadolu’dan kovuldular.
Bu kurtuluş mücadelesinde Sovyet Rusya, Kemalist
Türkiye’nin ilk ve en önemli müttefikiydi. Louis Fischer’in Sovyet Dışişleri
Bakan Yardımcısı Karahan’dan aktarımına göre, Rusya “Kemal’e çok sayıda top,
para, silâh ve askerî kimi tavsiyeler” vermişti.
Mart 1921’de iki ülke arasında dostluk anlaşması imzalandı,
ardından eski Savaş Komiseri Trotskiy’nin halefi Mihail Frunze Ankara’ya geldi.
Yirmiler boyunca Sovyetler-Türkiye ilişkileri, Moskova’nın diğer komünist
olmayan ülkelerle kurduğu ilişkilerden görece daha sıcak bir seyir izledi. İki
ülke arasında çok sayıda ziyaret tertiplendi ve ticaret giderek yoğunlaştı.
1936’da Çanakkale Boğazı’nın geleceği ile ilgili olarak imzalanan Montrö
Anlaşması sonrası ilişkide bir soğuma gözlemlendi, ancak aradaki bağlar zarar
görmedi ve İkinci Dünya Savaşı’na dek bir biçimde muhafaza edildi.
Sovyetler’in desteği tabiî ki koşulsuz değildi. Sovyet
sözcüleri, daha başlarda aradaki fikir ayrılığını açık bir dille vurguladılar.[1]
“Birinci Doğu Halkları Kurultayı’nın Görevleri” başlığı altında konuşan
Zinovyev, “dinî kimi düşünceler icbar etse de komünistlerin Sultan’ın
iktidarını güçlendirme çabasında Kemal’e destek vermemeleri” gerektiğini ifade
etmişti.[2] Ancak gene de Kemal’in millî devrimi temelde ilerici olarak görüldü,
Sovyetler, bu noktada TKP’ye destek verdi ve parti, Kemal ile kurulan ilişki
arasında bir tercihe zorlandı. Moskova, bu muamma ile oldukça hızlı ve dramatik
kimi koşullarda yüzleşmek zorunda kaldı.
Jön Türkler’in 1908 darbesi ve takip eden dönemde
hazırlanan anayasanın bir sonucu olarak Türkiye’de ilk sosyalist parti kuruldu.
İlk grup, 1909’da Selanik’te Avram Benaroya liderliğinde teşekkül etti;
üyelerinin önemli bir bölümü Yunan, Yahudi ve Bulgar’dı. Bu örgüt, İkinci
Enternasyonal’e katılma kararı aldı. Kısa süre sonra ülkede yapılan birinci ve
ikinci seçimlere katılarak hatırı sayılır bir başarı kazandı. Kongresine
katılan delegelerin arasında ünlü Alman sosyalist Parvus da vardı.
1912’de Selanik’te Türk Sosyalist Federasyonu kuruldu.
İstanbul yerine Selanik’te kurulmasının nedeni, muhtemelen hareketin başkent
dışında görece daha kolay büyüyeceğinin düşünülmesiydi. Yeni sosyalist grubun
liderleri ve üyeleri arasında artık Türkler de vardı. Birinci Dünya Savaşı’nın
başlaması ile birlikte hareket, İstanbul’a, İzmir’e ve diğer Anadolu
şehirlerine doğru yayıldı. Ancak bu büyüme, o günkü hükümet tarafından pek hoş
karşılanmadı. Sosyalist liderler arasında önemli bir sima olan Ahmet Salim
öldürüldü; diğer bir isim Tevfik Naşit ülkeden kovuldu; Faik Hasib ise 1913-14
arası dönemde gerçekleştirilen baskı politikası sonucu, Anadolu’ya sürgün edildi.
Diğer bir isim, Mustafa Suphi ise Rusya’ya kaçtı. Birinci Dünya Savaşı’nın
yaşandığı dönemde Suphi, Bolşeviklerle temas kurdu ve Rusya’daki Türk mahkûmlar
arasında propaganda faaliyeti yürüttü. Rus devrimi sonrası Stalin
liderliğindeki Halkların Milliyetler Komiserliği’ne bağlı Doğu Halkları Merkezî
Bürosu’nun Türkiye bölüm başkanı oldu. Suphi, herhangi bir oy hakkına sahip
olmasa da Aralık 1918’deki Petrograd Kongresi ile Mart 1919’daki Birinci
Komünist Enternasyonal Kongresi’ne katıldı.[3]
Suphi, Yeni Dünya isimli gazetesini ilkin
Kırım’da, ardından (1919-1920’de) Moskova’da, sonrasında da Bakû’de çıkarttı.
İsmail Hakkı, onun Milliyetler Komiserliği’ndeki görevini devraldı ve partiyi
İkinci Komintern Kongresi’nde temsil etti.
Bakû Kurultayı’ndan birkaç gün sonra Suphi, aynı
şehirde Rusya’daki Türkiye bölümüne bağlı üyelerle ve Türkiye’den gelen
komünistlerle bir toplantı düzenledi, toplantı başkanlığını Bakû Kurultayı için
şehre gelen Hasis Muhammed yaptı. Toplantının amacı, birbirinden ayrı komünist
gruplar arasında koordinasyon teşkil etmek ve birleşik bir komünist parti
meydana getirmekti. Bu toplantı, TKP’nin çıkış noktası olarak kabul görmektedir.[4]
Anadolu’dan gelen delegeler (ikisi parti yönetiminde
görev aldı) ülkede güçlü bir komünist hareketin ve bir dizi yerel sovyetin
mevcut olduğuna ilişkin rapor verdiler, ancak bu hikâyeye pek inanılmadı.
Zinovyev, bu sovyetlerin birer “oyuncak”tan[5] ibaret olduğunu, gerçek işçi
konseyleri olmadığını söylerken, Doğu meseleleri ile ilgili danışmanlık yapan
Pavloviç bunları, “koyun postuna bürünmüş gasıplar ve ikiyüzlüler” olarak
niteledi.[6] Komintern, yereldeki TKP’nin adı olan “Ankara Komünist Partisi”
ile ilişki kurmayı reddetti ve onun Türk paşalarının emekçi kitleleri aldatmak
için kullandığı bir icat olduğunu söyledi.
Birinci Dünya Savaşı sonrası kopan iletişimin
sonucunda ülkede yaşananlar konusunda yeterli bir bilgi temin edilemiyordu. Bir
dizi komünist, yarı-komünist ya da sosyalist grubun faal olduğu biliniyordu.
Bunların arasında öne çıkan, İştirakçi Hilmi liderliğindeki Sosyalist Parti,
diğer uç unsurlarca reformizmle ve oportünizmle suçlanıyordu. Esas olarak
İstanbul’da faal olan Sosyalist İşçi Partisi, Almanya’da Spartakistlerle temas
hâlindeki savaş tutsakları tarafından kurulmuştu.[7] Spartakistlerden etkilenen
(ve kendilerini kimi zaman bu isimle ifade eden) sözkonusu öğrenci grubu, Nobel
Barış Ödülü için Lenin’i kendilerince aday gösterdi. 1921’de bu gruplar
Enternasyonal Emekçiler Birliği isminde sendika örgütlenmesine gittiler.
Örgütün üye çoğunluğu, esas olarak Yunan, Yahudi ve Bulgar’dı, periyodik yayın ise
Yunanca olarak yayımlanıyordu.[8]
Bu gruplar arasında en etkili olanı (takma adı “Yeşil
Elma” olan) Ankara Komünist Partisi’ydi. Parti, otuz yıl sonra Yugoslavya’da da
görülecek olan oluşumlar gibi komünist kaynaklarca küfürle karşılandı. Ekim
Devrimi Doğu’da büyük bir coşkuya yol açtı ve bu gelişme, Türkiye’de bir dizi
sovyetin kurulmasına ön ayak oldu.
Marksist teorinin geri kalmış ülkelerde tatbiki
sıklıkla tuhaf sonuçlar üretmişti, bu anlamda, Sovyet Rusya’da cereyan eden
olayların ışığında, yereldeki Türk komünizmi karşısında Sovyetler’den gelen
uzmanların 1920-21’deki deneyimleri sonucu yaşadıkları şaşkınlık ve iğrenme,
pek de anlaşılır bir durum değildir.
Türkiye’deki komünist faaliyetlerle ilgili ilk
değerlendirmeleri yapan isimlerden biri olan Pavloviç, İttihat ve Terakki
Partisi’ni (Jön-Türkler) komünist partinin adını ve programını gasp etmekle ve
Ankara’da bir merkez komite kurmakla suçladı. Ayrıca, onların Mustafa Suphi’nin
hakikî komünist partisi taraftarlarına zulmettiklerini söylüyordu.[9]
“Yeşil Elma”nın “sahte komünist, pan-Türk ve
pan-İslamik program”ını hazırlayan kişi, Jön Türk ve eski levazımdan sorumlu
bakan yardımcısı Kör Ali İhsan Bey’di. Ona arkadaşları Türkiye’nin tarihini
tarihsel materyalizme başvurarak değerlendirdiğinden, “Türk Marx” diyorlardı.
Kör Ali İhsan Bey, bankaların millîleştirilmesinden ve büyük ölçekli ticaretten
yanaydı ama özel mülkiyet hakkını da tanıyordu. Dine karşı değildi. O,
“komünizmin nihai zaferine inananlardan olmadığını, aksine ters yönde bir seyre
inandığını” söylüyordu. Ona göre “bu tarz bir fikir, verimsiz ve gereksiz bir
teorik meşguliyet”ti.[10]
Ankara Komünist Partisi’ne yönelik ana suçlama, onun
millî ülküyü komünist ülkünün üzerine koymasıyla ilgiliydi. Bir liderinin açık
bir biçimde ifade ettiği kadarıyla, Türk komünizmi, esas olarak “Türk
milletinin refahına hizmet edip onun gücünü artıran basit bir araçtan ibaret”ti.[11]
Dolayısıyla, millî kolektivizm, birliğe giden yol
olarak değerlendirilmekteydi:
“Kolektivizm
bir mecburiyet hâline gelmiştir, ancak bu, yarın değiştirilebilecek ya da
geliştirilebilecek olan, salt bugün için geliştirilmiş bir programdır. Ancak
milliyetçilik değiştirilemez. […] Millî birlik, insanın en kıymetli yegâne
ülküsüdür; Bolşevikler de bunun aksini vazetmemektedirler; tersten, onlar da
bilinçli olarak aynı konumu devam ettirdiklerinden, komünizm Türkler için nihai
hedef olamaz, o, sadece bir araç olarak görülebilir; ülkümüz, Türk milletinin
birliği, yani altın elmadır.”
Sovyet gözlemcileri “Ruslar, Karl Marx öğretmeyi
bırakacaklar, sonuçta Bolşevizm Türkiye’ye nakledilemez ama Marksizm Türkiye
koşullarına uyarlanabilir” şeklinde özetlenebilecek ifadeler karşısında öfkelendiler.
O günlerde şu tür cümleler kuran kişilerle muhatap oluyorlardı.
“Muhtemelen
bizim komünizmden görece daha radikal bir toplumsal sistem benimsememiz
gerekecektir ama bizim farklı ülkelerde işleyen sistemleri almamız mümkün
değildir; Türkiye Rusya, Türkler de Rus değildir.”[12]
Sovyet liderlerinin sadece genel anlamda komünizme
değil, özelde Rus versiyonuna başkalarını bağlama gayreti karşısında yazar, Bolşevizmin
“korkunç bir tayfun” olarak kategorik manada reddedilmesi gerektiğini düşünüyordu.
“Yeşil Elma” hareketi üç yıldır faaldi ve Yunanlılara
karşı savaşta yer alan Kemalist güçlerin belli bir kısmını da etkilemişti.
Hakkı Behiç, Çerkes Ethem ve Hikmet liderliğindeki bu partizan grupları,
savaşın ilk aşamasında ciddi bir öneme sahip oldular. Ancak elindeki askerî
gücün pekişmesi sonrası Kemal, Yeşil Orduları dağıtmaya karar verdi. Partizan
lideri Ethem’e Rusya’daki bir Türk misyonuna eşlik etmesi önerildi, ama Ethem
bu teklifi reddetti. Ordusu, hükümet güçlerinin saldırısına uğradı ve yenildi,
sonrasında da Ethem Yunanistan’a kaçtı.[13]
İlk başta Yeşil Ordu’ya destek sunan Sovyet
gözlemcileri, sonrasında hayal kırıklığına uğradılar ve ordunun komutanlarını
eşkıyalar olarak görmeye başladılar; Mihail Frunze, Ethem”i “maceracı ve
mükemmel bir demagog” olarak değerlendiriyordu. Ancak Türk komünist
liderlerinin katlinin on üçüncü yıldönümünde geriye dönük olarak yapılan yazım
dâhilinde lehte kimi ifadeler kullanılmaya başlandı. Türkiye ile ilişkiler
bozulmuştu, bu nedenle, tarih yeniden yazılmıştı.
Bu esnada Mustafa Suphi, Bakû’de örgütlenme
çalışmalarına devam etmekte, Türkiye’de dağıtılmak üzere bir dizi Marksist
klasik ve bildiri yayımlamaktaydı.[14] Bakû’deki parti yürütme komitesinin dış
dünyayla bağlarının kesildiği bir momentte parti, 1920-21 Kış’ında Türkiye’ye
geçmeye karar verdi. Türkiye’de konuşlanma fikri genel kabul gördü. Suphi ve on
altı komünist, Bakû’yü terk etti ve Ankara’ya ulaşmak için Karadeniz sahili
üzerinden yola çıktı. Ancak karşılama pek dostça değildi. Erzurum ve diğer
şehirlerde onlar aleyhine kimi gösteriler tertiplendi. Trabzon’a vardıklarında,
oradaki yetkililerce tutuklanıp denizde boğularak öldürüldüler.
Yakın dönemde komünistlerin hazırladığı bir rapora
göre[15] katilleri organize edenler, Trabzon belediye başkanı ve “emniyet”
müdürüydü, üstelik şehirde bulunan Sovyet temsilcisi müdahale etmek istediğinde
linç edilmekle tehdit edildi.
“Göstericiler
arasında burjuvazinin satın aldığı cahil kişiler çoğunluktadır. Bunlar,
yoldaşlarımıza saldırmış ve onları paramparça etmeye çalışmışlardır. Yol
üzerinde kimse onlara ekmek satmamış, atlarını yemlemelerine bile fırsat
verilmemiştir. Olayın gerçek zanlısı olan hükümet, sonrasında yoldaşlarımızı
savunuyormuş gibi görünmeye çalışmıştır!”
Pavloviç’e göre, “Mustafa Suphi ve yoldaşlarının
gelişlerinden birkaç gün önce Türk-Yunan cephesinde cereyan eden Ethem Paşa’nın
isyanı sonrası, Türk milliyetçilerinin komünistlere yönelik nefreti en uç
noktaya varmıştır.”
Türkiye Komünist Partisi liderleri 28 Ocak 1921’de
katledildiler, ancak bu olayla ilgili haberler ancak iki ay sonra yayınlandı.
16 Mart’ta, Suphilerin katlinden yedi hafta sonra, Moskova’da Türkiye ve
Sovyetler Birliği arasında bir dostluk anlaşması imzalandı. İki hafta sonra da
Tevada bir mektup yazıp Pavloviç’e gönderdi. Katliamın haberinin yayınlanması
bilinçli olarak geciktirilmiş, böylelikle anlaşmanın etkilerine halel
getirilmemiş ve Rusya’da aleyhte bir kamuoyu oluşmasına mani olunmuştu.[16]
Sovyet liderliği, Kemalist rejimle dostane ilişkiler
kurmayı (her ne kadar Türk komünistlerinin katli ağır bir darbe olsa da) Türk
komünizmi gibi şüpheli bir ata para yatırmaktan daha önemli olduğuna karar
vermişti. Türk yoldaşlarının akıbetleri ile ilgili ayrıntıları talep eden
Sovyet Dışişleri Komiseri’ne onların bir deniz kazasında öldükleri söylendi.[17]
Ankara hükümeti, anlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre sonra hapisteki Türk
komünistlerini serbest bırakma ve “Mustafa Suphi’yi öldürmekle suçlananlar”ı
yargılama sözü verdi.[18] İki hükümet arasındaki ilişkiler Trabzon olayından
kısmen etkilendi. Ancak otuz yıl sonra Moskova ve Ankara arasındaki ilişkiler
bozulduğunda, Suphilerin katli Sovyet propagandası dâhilinde tekrar
dillendirilme imkânı buldu.[19]
Trabzon felâketi ardından, İstanbul Sosyalist İşçi
Partisi ile Ankara grubunun birleşmesi neticesinde Türkiye Komünist Partisi
yeniden kurulmaya çalışıldı. 1922’de yeni birleşik parti ilk kongresini topladı,
ancak Ekim’de tekrar kapatıldı. Kongreyi örgütleyenlere yönelik ana suçlama,
yasak olduğunu bilmelerine rağmen yurtdışından delege davet etmiş olmalarıydı.[20]
Yeni parti, ana görevinin sendika çalışması yapmak olduğuna karar verdi.
Profintern programı temelinde yeni sendikalar kuran parti, mevcuttaki komünist
olmayan sendikaları ele geçirmeye çalıştı. 1922 Ekim’inde Mersin’de bir sendika
kongresi toplamayı başardı ve bir sonraki yıl komünist partinin hâkimiyetindeki
on dokuz sendikanın temsilcileriyle bir toplantı yaptı.[21]
Bu esnada genel politik atmosferdeki rahatlamadan
istifade eden komünist parti, 1923-24’te politik faaliyetlerine kaldığı yerden
devam etti ve ikinci kongresini topladı. Ancak “devlet güvenliğinin istikrarı”
için çıkartılan yeni yasa uyarınca (Mart 1925) parti, tekrar illegale geçti ve
Ağustos 1925’te liderlerinin önemli bir bölümü tutuklandı. O tarihten itibaren
parti illegalde kaldı.[22]
Ama sendikalardaki faaliyet devam etti. Komünistlerin
hâkimiyetindeki işçi çalışmasına Ankara’daki askerî mühimmat işçileri,
Eskişehir’deki demiryolu işçileri ve İzmir’deki tekstil işçileri katıldı.
Ayrıca parti, yarı resmî Genel İşçiler Birliği’ne
sızmayı başardı. “Parti üyesi olduğu bilinmeyen komünistler, yürütmeden sorumlu
üyeler olarak seçildiler ve Kemalist ajanları tasfiye ettiler.”[23] Aynı dönem
için Profintern raporu, Türk sendikalarının o gün itibarıyla tümden hükümetin
etkisi dışında olduklarını söylüyordu (Subatov, “1902-03 in Czarist Russia”
içinde). Ayrıca “sarı sendikalar”ın lideri olan Dr. Refik Bey de mağlup
edilmişti.[24] Ancak kural olarak bu tarz iyimser raporlar, genelde abartılı
ifadelerle yüklüydüler, o gün için bu tarz cümleler Rusya’da yayımlanmakta ama
ne TKP ne de sendika raporlarında yer bulmaktaydı.
Kemalizmin gücünü pekiştirmesi, bundan da önemlisi,
partinin yasaklı oluşu parti militanları arasında bir krize yol açtı. Bazıları,
zaman içinde kapitalist-devletçi eğilimin giderek anti-emperyalist olacağına,
bu nedenle hükümete karşı çıkılmaması gerektiğine kanaat getirdiler. Diğer
isimlerse, bu kesime göre, “hükümetin terörü yüzünden akıllarını yitirmiş”, bir
parti sözcüsünün ifadesiyle, terörist eylemler olarak görülebilecek “kahramanca
bireysel eylemler”e sığınmaya başlamıştı.[25] Ancak bu türden bir “aşırı sol
sektercilik” Moskova tarafından, Kemalizmle uzlaşan “sağ oportünizm”e kıyasla,
daha fazla eleştiriyle karşılandı. Kemalistler, “komprador burjuvazi” (yabancı
emperyalistlerle işbirliğine giden sömürge burjuvazisi) ile uzlaşmaları
sebebiyle devrime ihanet etmişlerdi. Parti sözcüsüne göre, bu gelişme belki de
kaçınılmazdı.[26] “Kapitalistler, ordunun desteğini arkasına almıştı, diğer
yandan, komünist parti zayıftı ve neredeyse emekleme aşamasından çıkıp ilk
adımlarını atmaktaydı.” Sovyet liderlerinin “Kemalizmin ihaneti” ile ilgili bu
görüşe ne ölçüde katıldıkları belirsizdi. Genel görünüme göre Sovyet liderleri
farklı bir görüşe sahiplerdi.
1920’lerin sonunda ve 1930’larda Türk komünistleri tam
anlamıyla bir tutulma yaşadılar. Bu durum, onların Komintern kongrelerindeki
giderek azalan temsiliyetlerinde karşılığını buldu. Komintern’in beşinci
kongresinde Türklerin hâlâ iki delegesi vardı. 1928’deki altıncı kongrede bu
sayı bire düştü, 1935’teki yedinci kongrede ise hiç temsilcileri yoktu, hatta
TKP’nin varlığına dönük tek kelime atıfta bulunulmuyordu.
Aynı zamanda süreç içerisinde iki ülke arasındaki
kültürel ve ekonomik ilişkiler de güçlendi[27]; TKP’nin hapisteki bazı
üyelerinin katledildiklerine ilişkin kimi raporları Komintern yayınlarında
baştan savmacı bir biçimde yer buldu, Sovyet basınında ise çok az ele alındı.
Sovyet liderleri, tarafsız olduğunu düşündükleri Atatürk’ün kızdırılmamasından
yanaydılar. O günün Sovyet tarihyazımı farklı bir görüş benimsemişse de
Sovyet-Türk ilişkilerinin kötüleşmesi hususunda Atatürk değil, onun halefleri
suçlandı. Kasım 1954’te Sovyet dış siyasetinde yapılan bir diğer salvonun
ardından Kemal, bir kez daha Pravda nezdinde “millî kahraman oluverdi.”
TKP, esas olarak otoriter yönetim koşulları yüzünden
kısıtlanmakta, belki de daha çok Kemalizmin terör yerine dönemin
diktatörlüklerine dayanıyor oluşu ve gerçek bir politik desteğe sahipliği
sebebiyle hareket edememekteydi. Şehirdeki işçilerin ve Anadolu köylüsünün
şikâyet etmesi için birçok neden mevcuttu. Ancak yirmilerin sonlarında ve
otuzlarda faaliyet yürüten komünist gruplar, sadece bir avuç şair ve çok az
işçi ile köylüden meydana gelmiş yapılardı. Parti, daha doğrusu, eldeki bakiye,
otuzlarda iç ayrışmaların kuşatması altındaydı. Ancak 1937-38’de parti yeniden
organize edilme imkânı buldu.
Bu dönemde yeni bir parti merkez komitesi seçildi,
komitenin itici gücü ise Hikmet Kıvılcımlı’ydı. Parti yayın organı Orak
Çekiç, ilk olarak 1930’ta yayımlandı ve bir süre düzenli olarak çıktı. Bu
süre dâhilinde parti, halk cephesi kampanyası dâhilinde, “yoldaşlar” edinmeye
çalıştı. Ancak bu çaba, daha başlangıç aşamasında devlet tarafından ezildi.
1938’teki mahkeme sürecinde şair Nazım Hikmet ve yazar Kemal Tahir uzun bir
mahkûmiyetle cezalandırıldı.[28]
Dostluğun Sonu
Kemalist rejimle Moskova arasındaki eski dostluk
ilişkisi 1939’da sona erdi. Bu değişimin nedenlerine bakmak için bir Türk
yazarın yaptığı şu tespitin altını çizmekte fayda var:
“Değişim,
Türkiye’nin kendi siyasetindeki bir değişim değil, dünya siyasetine ait güçlere
bağlı olarak gerçekleşmiştir.”[29]
1939 Yaz’ında, Türkiye’nin Batı demokrasileri ile
ittifak kurduğunda Rusya, bu gelişmeye dönük memnuniyetini ifade etti. Ancak
sonra Rusya ve Nazi Almanya’sı arasında saldırmazlık anlaşması imzalanınca
Moskova’nın Yakın Doğu’ya dönük çıkarları bir gecede değişti. Sovyet
temsilcileri, Eylül 1939’da Moskova’yı ziyaret eden Türk dışişleri bakanından
mutlak tarafsızlığını muhafaza edebilmesi için Türkiye’nin Batı ile kurduğu
ittifaktan çıkmasını istedi. Görüşmelerde karşılıklı yardımdan bahsedildi ama
sonuç alınmadı, ilişkiler bozulmaya başladı ve her ne kadar Molotof, Ekim 1939
tarihli konuşmalarının birinde inkâr etse de Sovyetler, Kars ve Ardahan ile
ilgili iddialarından ve Boğazlar ile ilgili kimi imtiyazlardan vazgeçtiğini açıkladı.
1940-41 süresince Boğazlar meselesi, bir kez daha Nazi
ve Sovyet devlet adamları arasındaki görüşmelerin konusu hâline geldi. Türkler,
sonradan öğrendikleri Sovyet planlarından pek memnun kalmadılar. Hitler’in
Haziran 1941’de Sovyetler’i işgal etmesi sonrası Sovyetler’in Türkiye’ye dönük
yaklaşımı tümüyle değişti. Eskiden tarafsızlığını muhafaza etmemekle suçlanan
Ankara, artık tarafsız kalarak Nazilerin çıkarlarına hizmet etmekle suçlanıyordu.
Ancak ilişkilerin bozulmasının ana nedeni,
Sovyetler’in askerî ve politik hedeflerindeki değişim değil, güçler
dengesindeki kaymaydı. Rusya, yüzlerce yıl Türkiye’nin baş düşmanı olagelmiş
bir ülkeydi ve eğer 1917 sonrası aradaki gerilim büyük ölçüde azalmışsa bunun
nedeni, yeni Rusya’nın Rus emperyalizminin geleneksel amaçlarını gütmek için
zayıf (en azından ilk dönemde isteksiz) olmasıydı. Yirmilerde ve otuzlarda
Türkiye’nin Rusya’dan korkması için bir neden yoktu ama söz konusu durum,
Sovyetler Birliği’nin tekrar önde gelen askerî güçlerden biri hâline geldiği ve
dış siyasetinde bölgesel genişlemeye dair eski tarzına geri döndüğü otuzların
sonlarında değişti. Bu gelişmenin Türk iç politikası üzerinde muazzam bir
etkisi oldu.
Sovyetler’in açıktan yaptığı saldırılar, Almanya ile
Rusya arasına kama sokma gayretleri ve içerideki rejime dönük eleştiriler[30],
Türkiye’de dostane bir yaklaşıma yol açmadı. Dahası, Sovyetler’in suçlamaları,
özellikle Stalingrad savaşı sonrası, giderek daha da yoğunlaştı. Sovyetler,
Sovyet-Türk dostluğu fikrinin tümüyle terk edilmesi gerektiğini savunan Hüseyin
Cahit Yalçın gibi gazetecilerin kaba saldırıları ile halk Sovyetler’e düşman
edilmeye çalışıldı. Ayrışmanın diğer bir nedeni de Şubat 1942’de von Papen’e
dönük saldırı girişimiydi. Birkaç Makedonyalı komünist ve iki Sovyet yurttaşı,
bu olay üzerine Ankara’da mahkemeye çıkartıldı.[31]
Savaşın ilk aşamasında Türkiye’deki komünistlerin
faaliyetleri seyrek ve dağınıktı. Komintern çizgisindeki parti, 1938-39’daki
Batı’ya yakınlaşma politikasını destekledi ancak 1939-41’de tarafsızlığı ve
Batı ile bağların gevşemesini talep etti. 21 Haziran 1941 sonrası ise ülkenin
tarafsız kalışına karşı çıktı. Bir dış gücün çıkarlarına tabi olan bu salvolar
pek fazla destek bulmadı, ama Stalingrad sonrası ülkedeki genel hava parti
lehine değişti.
Komünist gruplar, büyük şehirlerde ve sanayi
merkezlerinde bir kez daha faaliyetlerine kaldıkları yerden devam ettiler.
1943’te bir grup komünist tutuklanıp yargılandı. Kars askerî bölgesinde Ömer
Elmas’ın liderliğindeki beş subay ve iki astsubaydan oluşan bir komünist hücre
açığa çıkartıldı. İddianameye göre, hücre casusluk faaliyeti yürütmekteydi.
1943’te idam edildiler. Aynı yıl (sonradan Genç İlerici Türkler ismini alacak
olan) “İlerici Gençlik Birliği” isimli bir komünist cephe örgütü kuruldu.
1944’te bu örgütün beş üyesi yargılandı.[32] Kapalı kapılar ardında cereyan
eden bu mahkemenin oturumları hakkında çok az şey bilinmektedir, ancak görünüşe
göre, örgütün üyeleri hâkimlerin karşısına komünist değil, “antifaşist” olarak
çıkmışlardı. Ayrıca 1944’te komünist lider Hikmet Kıvılcımlı ile komünist
sendika lideri Reşat Fuat da sekizer yıla mahkûm edildi.
Bu davalarla ilgili resmî gizlilik ve komünist
faaliyetlere dönük tavrı tüm solcu ve sosyalist gruplara teşmil etme eğilimi,
bir yandan da komünistlerin “antifaşist cepheler” kurma taktiği meseleyi
bulanıklaştırıyordu. Ancak şüphesiz kabul edilmesi gereken bir gerçek varsa o
da, komünistlerin resmî kaynakların Türkiye’de bir dış güç adına icra edilen
reformist, hatta devrimci eğilimler ve faaliyetler arasında ayrım
yapamamasından büyük ölçüde istifade etmiş olmalarıydı. Bu durum, TKP’yi bir
süre solun ve liberal eğilimlerin, özellikle öğrenciler arasında, bir toplanma
noktası hâline getirdi. Yasal gazeteler arasında sadece Tan,
Sovyetler’in taleplerini destekliyordu. Gazete, kitlesel bir gösteri ardından,
1945’te, bir dizi Sovyet kitapçısı ile birlikte imha edildi.
1945-55 Arası Dönemde Türkiye’de Komünizm
1946’da Atatürk ve İnönü’nün devlet partisine tekel
olma imkânı veren eski parti yasasının lağvedilmesi ardından komünist
faaliyetlerde bir artış gözlendi. Kısa sürede yeni partiler kuruldu ve
komünistler birini, muhtemelen ikisini desteklediler: Sosyalist İşçi Köylü
Partisi ile Esat Adil Müstecaplıoğlu liderliğindeki Türkiye Sosyalist Partisi.
Bu fasıl kısa sürdü ve Aralık 1946’da yeni yasal partinin lideri Dr. Şefik
Hüsnü Değmer’in tutuklanıp partinin kapatılması ile sona erdi.[33] Bu süre
zarfında komünistlerin destekledikleri bir dizi sendika da yasaklandı.
1950’de (politik hayatta yeni bir rahatlamanın
yaşandığı dönemde) komünist propagandanın aslî vurgusu, açık ve gizli bir
Amerika karşıtlığı propagandasına doğru evrildi:
“Bize şeker yerine Amerikan tankları veriyorlar; yağ
yerine faşist hükümet, Türk halkına Amerikan silâhları sunuyor. […]
Emperyalizme boyun eğmekten ve vahşi sömürüden halkı kurtaracak yegâne yol,
Amerika-Türkiye anlaşmasını yırtıp atmaktır.”[34]
Ancak Amerika ve Batı karşıtı propagandanın İkinci
Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler-Türkiye ilişkileri bağlamında çok az şansı
vardı. Mart 1945’te Rusya, Rusya-Türkiye Dostluk Anlaşması’nı kendisine
boğazlarda üs verilip bölgesel ayarlamalar yapılmadıkça, yenilemeyeceğini
bildirdi. Türkiye’nin bu talepleri karşılamayacağını açıktan ilân etmesi
sonrası “tarihsel adaletsizlikler”in şimdi giderileceği, “Gürcüstan’ın güney
kesimi”nin ve Türk hâkimiyetindeki Sovyet Ermeni Cumhuriyeti’ne ait toprakların
geri alınacağı söylendi. Boğazlar’ın kontrolüne ilişkin iddia yinelendi ve
bunun üzerine Türkler ilgili talepler karşılandığında ülkesinden ve
bağımsızlığından geriye ne kalacağını sordu. Bu durumda, saldırı tehdidinin
açık hâle geldiği koşullarda, Türkler için Amerika ile ittifak kurmak yegâne
mantıklı adım hâline geldi. Artan askerî harcamalar ve Amerikan yardımlarına
karşı yürütülen komünist propaganda da boşa düştü.
Aynı nedenden ötürü bir süre 1950-51’de, “Stockholm
Sözleşmesi” için imza toplamaya odaklanan komünist faaliyetin güdümündeki
Barışseverler Cemiyeti önemli bir başarı elde edemedi. Türk “barış dostları”
faaliyetlerine Temmuz-Ağustos 1950’de başladı. Derneğin başkanı, Ankara
Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan, eğitimini Amerika’da tamamlamış Dr.
Behice Boran’dı. Genel sekreteri, önceden Ankara’da felsefe dersleri vermiş bir
gazeteci olan Adnan Cemgil’di. Dernek, “yurtdışındaki komünist partilerle temas
içinde olduklarına ilişkin iddia”yı reddetti [35] ancak devlet, 1951’de dernek
üyelerini yargıladı ve yedisini suçlu bularak hapse attı.
Derneğin dergisi Barış Yolu illegal olarak
yayımlanmaya devam etti. Komünist kaynaklara göre on bin adrese gönderiliyordu.[36]
TKP’nin diğer başarılı çalışması da 1938’den beri içeride olan şair Nazım
Hikmet’in serbest bırakılması için yürüttüğü kampanyaydı.
Nazım Hikmet, Nisan 1950’de açlık grevi başlaması
ardından serbest bırakıldı. Haziran 1951’de Türkiye’den kaçtı [37] ve
Moskova’da sıcak bir biçimde karşılandı. Parti, şairin serbest bırakılması için
aydınlar arasında imza topladı. Kaçıştan aylar sonra polis, onun adıyla anılan
komünist sempatizan gruplara mensup kişilerin isimlerini ele geçirdi.
Türkiye’deki komünist faaliyetlere ilişkin en kapsamlı
fikri, Ekim 1953’te İstanbul’da başlayan “167’ler davası” vermektedir.[38] Bu
tutuklamalar, Ekim 1951’de Profesör Sevim Tarı’nın ele geçirilmesi ile başladı.
Tarı, Paris’teki komünist parti merkezi ile ülke içindeki hücreler arasında
temas kuruyordu.[39] Yargılananlar arasında 43 işçi, 34 öğrenci, 35 memur, 21
zanaatkâr, birkaç doktor, 2 subay ve 8 işsiz bulunmaktaydı. Sovyet basınına
göre yargılananlar, “ülkelerinin yabancı mütecaviz orduların üssü olmasını
öngören projeye muhalefet eden ilerici yurtseverler”di.[43] Ancak savcı farklı
bir görüş geliştirerek, yargılananları radikal Müslümanlar ve sağcı gerici
gruplarla ülke içinde rahatsızlığa yol açmak amacıyla işbirliği kurmakla suçladı.
Herkesçe tanınan aşırı sağcı Necip Fazıl Kısakürek ve yayın
yönetmenliğini yaptığı Büyük Doğu ile Kürtler arasında irtibat subayı
olarak çalıştığı iddia edilen aşırı İslamcı bir örgütün başı olan Saidi Kürdi
(Nursi) komünistlerin temas kurduğu kesimler olarak dillendirildi. İddiaya göre
parti, etnik ve dinî nefreti körüklemek niyetindeydi.[41] Liderler arasında ilk
sırada 1946’da kurulan Sosyalist Parti’nin başkanı Doktor Şefik Hüsnü Değmer
yazılıydı, oysa 1946’da polisin elinden kaçan Zeki Baştımar, esas “gizli
lider”di. Baştımar, uzun yıllar Türk meclisinin arşivlerinde sorumlu kişi
olarak çalışmış, 1946’da Sosyalist Parti’nin Ankara bürosunu açmak için
görevinden ayrılmıştı.
Genel anlamda ifade etmek gerekirse, aydınlar parti
liderliğinde egemen konumdaydılar. Paris’teki merkezle teması kuran üniversite
profesörleri Mihri Belli ve Sevim Tarı’dan başka Kuleli Askerî Lisesi’nde
öğretmenlik yapan ve bir deniz albayı olan Abdulkadir Demirkan da parti içinde
faaliyet yürütüyordu.[42]
Stalin’in vefatı ardından Sovyet dış siyasetinin
oturduğu yeni çizgiye uygun olarak Türk hükümetine Moskova Kars, Ardahan ve
Artvin ile ilgili iddiaların geri çekildiği ama ilişkilerin Sovyetler’in
amaçlarının değişmemesine bağlı olarak, Türkiye’ye dönük derin inanç nedeniyle,
pek fazla ilerlemediği söylendi.
1949-50’de başlayan ikinci iktisadî devrim, her şeyin
ötesinde, ülkenin kırsalını etkiledi. Komünistler, her daim kırsalda destek
bulma konusunda güçlük çekmişlerdi. Bir komünist parti raporu şu ifadelere yer
veriyordu:
“Parti
içinde mücadele etmemiz gereken ne çok düşman var: sekterler, köylü hareketinin
kendiliğindenliğine tapanlar, Bonapartistler/tasfiyeciler, köylü karşıtı
sapmacılar vd.”[43]
Yakın dönemde yapılan tarım reformları ve tarımın
makineleştirilmesi, komünistlerin kırsal alanlara ulaşmasını kolaylaştırdı.
Diğer yandan, Türk tarımının Sovyet tarımına nazaran daha hızlı geliştiği bir
dönemde toplumsal sistemi eleştirmek de hayli güçleşti. Aynı durum, sanayi için
de söz konusuydu.
1951 sonrası Türk hükümeti sendikaların kurulmasına
izin verdi, hatta bu dönemde birkaç grev de tertiplendi. Ancak bu sendikalara
sızma fırsatı bağımsız sendikal hareketin gelişmesi ihtimaline bağlı olarak
ortadan kalktı. Yurtdışı kaynaklı görüşlere göre, mevcut iktisadî genişleme,
belli ölçüde kontrol altına alınmaz ise, enflasyonun yükselmesine, iktisadî
eşitsizliğin artmasına ve toplumsal rahatsızlığın derinleşmesine yol açacaktı.
Tehlikenin diğer bir nedeni de hükümetin tüm solcu,
reformist, sosyalist, hatta liberal hareketleri “komünist” olarak etiketlemeye
devam etmesiydi. Ancak genel olarak ifade etmek gerekirse, bugün Ortadoğu’nun
diğer ülkelerine kıyasla komünizm, Türkiye’de daha az şansa sahipmiş gibi görünüyor.
Bugün Türkiye, iktisadî ilerlemeyi en hızlı şekilde
gerçekleştirmiş ülkedir ve o, doğrudan Sovyetler Birliği’nin tehdidi
altındadır. Genelde Sovyetler-Türkiye ilişkilerinden ayrı olarak, Türkiye’de
komünizm gibi bir mesele mevcut değildir.
Walter Z. Laqueur
[Kaynak: Communism and Nationalism in the
Middle East, Frederick A. Praeger,1956, s. 205-217.]
Dipnotlar:
[1] Sovyetler’in Enver ile yakınlaşmasına dair ilginç kimi olaylar
nakledilebilir, ama burası yeri değildir, zira söz konusu temasın TKP tarihi
ile herhangi bir ilişkisi yoktur.
[2] Pervyi siesd Narodov Vostoka (1920).
[3] Türk sosyalist ve komünist partilerinin ilk
dönem tarihine ilişkin olarak bkz.: Navshirvanoff, Nom Vostok, Şubat
1922; Gurko-Kraşin, Rote Gezverkschafts Internationale, Mart 2, 1925; ve
M. Pavloviç, Revoliutsionaya Turtsiya (1921). 1905’te öğrenci olarak
Fransa’ya giden Mustafa Suphi orada Sosyalist Parti’ye katılır. 1908’de ülkeye
döner ve Türk Sosyalist Partisi’nin liderlerinden biri olur. 1913’te Sinop’ta
tutuklanır. 1914 başında Rusya’ya kaçar.
[4] Bazı kaynaklar, 1918’de Moskova’da Suphi
tarafından tertiplenen bir konferanstan bahsetmektedir. Bu tarih, TKP’nin ilk
kuruluş tarihi olarak ifade edilir.
[5] Pervyi siesd Naradov Vostoka (1920).
[6] Die Kommunistische Internationale, Yıl
2, Cilt. 17.
[7] Bu grup bir dizi dergi çıkartır: Kurtuluş,
Kaplan ve sonrasında da Aydınlık.
[8] Neos Antropos (“Yeni İnsan”).
[9] Die Kommunistische Internationale, a.g.e.
[10] A.g.e., akt.: Yeni Gün; ve
Pavloviç, Revoliutsionaya Turtsiya.
[11] Mahmut Esat, Yeni Gün, 20 Ekim 1920,
akt.: Pavloviç, Die Kommunistische Internationale içinde, cilt. 17
(1921).
[12] A.g.e.
[13] “Yeşil Elma Hareketi”nin Kemal’in 1927
tarihli Nutuk’unda (Leipzig, 1929) ve Halide Edip’in Ateşten Gömlek’inde
(1928) aktarılan tarihi.
[14] Bunlar arasında: Komünist Manifesto, Lenin
Biyografisi, RSFSC Anayasası, Komünizmin ABC’si, Rus ve Türk
KP’lerinin programları vb.
[15] Tevada’nın Pavloviç’e yazdığı mektup, Kommunistische
Internationale içinde, cilt. 17 (1921).
[16] Mektup Zhisn Natsionalnosti’de
yayınlandı, Ekim 1921. Kommunistische Internationale’deki basımı ancak
Haziran 1921’de yapıldı.
[17] Sovyetler’in Trabzon’daki temsilcisi
“enerjisizlik”le suçlanır.
[18] I. Maiski, Vneshnaya Politika R.S.F.S.R. (1922).
[19] 1951’de Suphilerin katli, aynı dönemde
Ankara’yı ziyaret eden Amerikalı General Harboard ile ilişkilendirilir. (Novi
Mir, Ekim 1951; ayrıca bkz.: Mayen Orient, 8 Şubat 1950.)
[20] Gurko-Kryashin, a.g.e.
[21] Heller, Rote Gezuerkschafts
Internationale içinde, Ağustos 1923.
[22] 1925 olayları üzerine bkz.: B. Ferdi, “Revoliutsionnoye
dvishenie v Turtsii,” Kommunisticheski International, cilt. 6, 1926.
[23] B. Ferdi, “Arbeiter Bewegung in der Turkei,”
Inprecorr, 28 Eylül 1926.
[24] Rote Gewerkschafts Internationale,
Eylül-Ekim 1926.
[25] Komintern Altıncı Kongresi’nde Türk delegesi
Fahri. Metin Inprecorr içinde yer almaktadır, 4 Ekim 1928. “Ajan
provokatörlerin tasfiyesine ilişkin ayrıntılar” Novi Mir’de bulunabilir,
cilt. 9 (1951).
[26] Fahri, a.g.e.
[27] Otuzların sonlarına dek Sovyetler ile
Türkiye arasındaki kültürel ilişkiler diğer tüm ülkelere kıyasla gayet sıcaktı.
Kültürel değiş tokuş projelerine ilişkin kapsamlı bir liste için bkz.: Strani
blishnevo i srednovo Vostoka, 1944, s. 96.
[28] Türkiye’de mahkemelere çıkartılan
komünistlere yönelik tutum, antikomünizmi açığa çıkarmak yerine politik
güvenceyle daha fazla ilgili olan polis şeflerinin ve hâkimlerin bulunduğu
Suriye ve Lübnan gibi Arap ülkelerine kıyasla daha sertti. Türkiye’deki
komünist faaliyetler her daim ihanet derekesinde görüldü. Oysa Irak hariç tüm
Arap ülkelerinde devletler Sovyetler Birliği’ne yakın bir konum aldığından,
görece daha hoşgörülü bir tutum sergilediler.
[29] Necmeddin Sadak, “Turkey Faces the Soviets,”
Foreign Affairs, Nisan 1949.
[30] Kommunisticheski International,
Aralık 1939.
[31] von Papen’in hayatına kasteden teşebbüsün
gizemi bugüne kadar hâlâ çözülememiştir.
[32] Komünist kaynaklara ait raporlara göre bu
grubun lideri hapishanede polis tarafından öldürülen Hasan Basri’dir.
[33] 1921’de TKP’nin genel sekreteri olan
Değmer’e yargılama sonucu beş yıl ceza verilir ve Değmer Temmuz 1948’te hapse
atılır. Başyardımcısı Zeki Baştımar ise kaçmayı başarır. Yasaklanan komünist
gazeteler arasında Sendika, Yığın ve Söz dışında beş ayrı
organdan bahsedilebilir. Değmer diğer komünistler af sonucu 1950’de serbest
kalır.
[34] Bu bildirinin metni şurada aktarılmıştır: S.
Üstüngel, "V Tiurme i na volye" (Hapishanede ve Özgür Zamanlarda), Novi
Mir, Eylül 1951. Bu metin, (her ne kadar bölük pörçük olsa da) yakın döneme
ait parti faaliyetlerinin yegâne izahını veren çalışmadır. Kitap, Türk
komünistlerinin zayıflıklarına ilişkin mevcut nedenleri açık biçimde
göstermektedir. Örneğin yazar şu tarz bir cümle sarfetmektedir: “Hapishanedeki
yoldaşlarımla Türkiye’deki millet ve tarım meselelerini günlerce tartıştım. Bu
sohbetlerin etkisi altında bense bugün benim favori opera eserim İvan Susanin’i
dinlemek isterdim. İvan Susanin, Glinka’nın Çar için hayatını feda eden bir Rus
köylüsünü anlatan bir operasıdır.” Üstüngel’in Stalin’den yana saf tutması onu
Carmen yerine, “karşı-devrimci” içeriğine rağmen Glinka’nın operasını tercih
etmesine neden olmaktadır.
[35] Kudret, 10 Ekim 1950.
[36] Cumhuriyet, 16 Kasım 1951, Moskova’da
haftalık çıkan Ogonyok’tan alıntı yapıyor.
[37] Pravda, 22 Haziran 1951.
[38] Vatan, 15 Ekim 1953.
[39] Paris’te örgütlenen “Genç İlerici Türkler”
örgütü, yukarıda bahsedilen Barış Yolu ve diğer cephe dergisi Tek
Cephe’yi çıkarttı. Her iki dergi de posta yoluyla Fransa’dan Türkiye’ye
gönderiliyordu.
[40] Pravda, 25 Ekim 1953.
[41] New York Times, 13 Ekim 1953. Ayrıca
lso Thorossian, Le Monde, Kasım 1953; ve B. K., Neue Zuericher
Zeitung, 17 Kasım 1953.
[42] Suçlananlar arasında bulunan Fuat Baraner
Türkiye’nin ünlü romancılarından birinin kocasıdır. Sahte evraklarla ülkeye
dönmeden önce Baştımar, Rusya’yı ve Doğu Avrupa’yı dolaşır.
[43] S. Üstüngel, a.g.e.
0 Yorum:
Yorum Gönder