12 Şubat 2011

Tekâfül-ü İçtimaiye ve İslâmî Sosyalizm


I

Günümüzde Mısır, Suriye ve Irak’taki devrimci akımlar arasında ortak bir tema olarak kabul görmekte olan tekâfül-ü içtimaiye kavramının hakikî köklerini Hz. Muhammed (s.a.v.) ve haleflerinde bulmak mümkündür. Bu kavram, farklı üsluplarla, Müslümanlar arasında sosyal adaletin hüküm sürmesi için yapılan çağrıyı ifade eder. Ancak muhtemelen en açık biçimi Peygamber’i tanıyıp yeni Müslüman imparatorluğundaki sosyal değişimleri yakından gözlemleme imkânı bulmuş Ebu Zerr Gıfari’de bulunur. Ebu Zerr, özellikle Osman döneminde fetihler sonrası yoğunlaşan mal biriktirme sevdasını şiddetle eleştirmiş bir isimdir.

O günden beri Arap Ortadoğu’su, sadece sosyal ve dinî reformcuların çığlıklarını değil, ayrıca çeşitli çözüm yollarını da sürekli davet etmiş bir alandır. Modern dönemlerde kimileri acil ve etkili sosyal reformlar peşinde koşmuşlardır. Hepsi, laik olmamakla birlikte diğer çevreler ise sosyalizmi bir çözüm olarak görmüşlerdir. Müslüman teolog, felsefeci ve politik lider Cemaleddin Afgani batı sosyalizmini incelemiş ve İslamî sosyalizmin (iştirakiye) daha iyi olduğuna kanaat getirmiştir. 1952 Mısır devriminden iki yıl önce kaleme aldığı Tam da Buradan Başlıyoruz isimli kitabında Halid Muhammed Halid, sosyalizm yolunun Mısır halkını sefaletin, cehaletin, hastalığın ve bağımlılığın batağından kurtaracak yegâne sosyal sistem olduğunu söylemiştir.

Sonraki dönemde, ilgili yeni ideolojinin sadece Mısır değil, tüm Arap dünyasındaki Müslümanlara uygun biçimde yorumlanması temel mesele hâline gelmiştir. Genel kanaate göre, Müslüman kitlelerin sosyalizmi anlayıp kabullenmeleri için onun İslam ve otorite sahibi Müslüman din adamları dolayımı ile takdim edilmesi gerekmektedir. Bu fikir, sadece din adamı olmayanlar değil, çarpıcı biçimde, İslam ve İslamî öğretinin kalesi durumundaki El-Ezher Üniversitesi’ne mensup âlimlerden de yaratıcı ürünlerin gelmesini koşullamıştır.

Daha çarpıcı olan ise İslamî sosyalizm ile ilgili kitapların sayıca çoğalmasına ilaveten, sosyalizme alternatif olmayan ama İslamî sosyalizmin ne anlama geldiğini kitlelere öğretebilmek için takdim edilen bir anlayış olarak tekâfül-ü içtimaiye (karşılıklı sosyal sorumluluk) denilen yeni fikriyatın doğuşudur.

Bugüne dek ilgili anlayışa dönük bir dizi çalışma yapıldı; bu makalenin de amacı, batılı okurların ve doğu üzerine çalışan akademyanın dikkatlerini bu anlayışa çekmek ve onun İslam ile sosyalizmi nasıl ilişkilendirdiğini göstermektir. Çalışma boyunca ilgili kavramı dolaylı ya da doğrudan ele alan teolojik ve laik bakış açılarına göre kaleme alınmış üç ayrı makaleden istifade edilecektir.

Öncelikle Mısırlı otoritelerce övülen Mustafa Sibai’nin İştirakiyyatü’l-İslam’ını ele alalım. Giriş kısmına ait bir bölüm daha öncesinde Muslim World’de yayımlanan kitap, Ortaçağ süresince Avrupa ile Müslüman dünyasını kıyaslar: “Yüksek bir hayat standardına sahip, iyiliği içselleştirmiş, dayanışmayı ve tekâfül-ü içtimaiyeyi öne çıkartan bir toplum”dan söz eden Sibai, ilgili kavramın izahı noktasında uzunca bölüm ayırır kitabında ve sadece terim olarak İslam’ı izah etmekle kalmaz, ayrıca ilgili kavramlara hükmeden Kur’an’a ve Hadis’e ait “yasalar”ı listeler. Sibai, tekâfülün izahatına ilişkin şunları söyler:

“İçinde yaşadıkları toplumda insanlar hayatın her aşamasında birbirlerine muhtaçtırlar. Tıpkı bir ordu her bir askeri fizikî ve ahlâkî açıdan güçlü olmadıkça kudretli olmadığı gibi, bütün olarak toplum da ancak her bir ferdin kudreti dolayımı ile mükemmelliğe ve kemâliyete vakıf olabilir. Bir toplum, fertleri güçlü ise güçlü, fertler mutlu ise mutludur.”

Modern dönemlerde dünya bu gerçeği idrak etmiş ve toplumdaki bireyler arasında tekafül-ü içtimaiyenin oluşması için çağrıda bulunmaya başlamıştır. Ancak ilgili çağrılar, mahrum çevrelerin yiyecek, giyinme, barınma vb. ihtiyaçlarının giderilmesi ile sınırlı tutulmuştur. Oysa İslam on dört yüz yıl öncesinde bu gerçeğin farkındaydı.

Onlarsız insanî saygınlığın ve saadetin tam manası ile fiilîleşemeyeceği beş temel hakkı (yaşama hakkı, hürriyet hakkı, eğitim hakkı, mülkiyet hakkı ve saygınlık hakkı) her bir yurttaşına bahşettikten sonra İslam, beş haktan istifade edemeyenlerin içinde yaşadıkları koşullara bakar ve bu haklardan faydalanılabilmesi için toplumu mesul kılar. Tekâfül-ü içtimaiyenin İslamî sosyalizm içinde anlam kazanmasının sebebi budur.

Kendi sosyalizmi dâhilinde tekâfül-ü içtimaiye çağrısı yapan İslam, basit anlamda yiyecek, barınma ya da giyinme ihtiyaçlarına işaret etmez, temelde beş hakkı da ihtiva eden anlayışını kendince genişletir. Böylelikle tekâfül-ü içtimaiye fikri, hayatın tüm maddî ve ahlâkî yönlerini ihtiva eden bir hâl alır.

Sibai Kur’an’dan şu alıntıyı yapar: “Müminler kardeştirler.” (49/10) ve devam eder:

“Her toplumdaki fertlerin kardeşliğini ifade etmek fertler arasında sadece yemek yemek, içmek ve bedensel ihtiyaçları gidermek değil, hayatın tüm ihtiyaçları nazarında tekâfülün gerekli olduğunu söylemek demektir. İki kişi arasındaki kardeşliğin kabulü, onlar arasındaki fikirler ve hisler, talepler ve ihtiyaçlar, statü ve haysiyet gibi başlıklarda tekâfülün ve tedamünün (dayanışma) kabulü anlamına gelir. Bu, İslamî sosyalizmdeki tekâfül-ü içtimaiyenin temel hakikatidir.”

Ardından yazar, Kur’an’da dillendirildiği iddiasındaki doğruluk ve dindarlığın bileşkesini irdeler ve bunların tekafül ile ilişkisini izah eder. Doğrulukla ilgili gözlemlerini şu şekilde özetler:

“Doğruluk, psikolojik, dogmatik ve ahlâkî faziletlerden müteşekkil bir anlama sahiptir. Bu noktada Cenab-ı Allah şunları söyler: ‘Yüzlerinizi Batı’ya ya da Doğu’ya çevirmek doğruluk değildir, doğruluk, Allah’a ve ahrete […] iman etmek ve mallarınızı akrabalarınız, yetimler, yolda kalmışlar ve kefaretle köleleri serbest bırakmak isteyenler için harcamaktır. […]”( 2/177).

Dindarlıkla ilgili olarak Sibai, on iki ayrı tarif verir ve bu tariflerin her birini tekafül ile bağlantılandırır. Argümanını desteklemek için Hadis’ten de örnekler sunar. Muhtemelen tekafül-ü içtimaiyenin Hadis’teki en açık ifadesi, Peygamber’in şu sözlerindedir: “Kendisi için sevilen şey kardeş için de sevilmedikçe kimse mümin olamaz.” “İnsan ekmeği, eti, kıyafet ve ayakkabıyı sadece kendisi için sevebilir mi? Ayrıca onun hayatı, ağırbaşlılığı, hürriyeti, eğitimi ve hayata saadet katan her şeyi sevmesi de gerekmez mi?”

Yazar, toplumsal edebe bağlı, karşılıklı sorumluluktan eğitime ve yaşam tarzına, tekafülüü maaşiye dek uzanan on ayrı tekafül-ü içtimaiye türü sıralar. Ona göre, tekafül-ü maaşi, tekafül-ü içtimaiyeye denktir, çünkü o insan haysiyetine uygun bir hayatın temini için gerekli toplumsal sorumlulukla ilişkilidir.

Sibai, ayrıca kendisinin qawaninül tekafülü içtimai (karşılıklı toplumsal sorumluluk yasaları) dediği bir mevzudan bahseder. Bu yasalar iki kısımdır, ilki, tekafülü hak eden insan türlerini belirleyen İslamî sosyalizmde mündemiç yasalarla, ikincisi ise bu insanlar için tekafülün gerçekleşmesi noktasında gerekli malî kaynaklarla ilgilenir. İlk kategori altında yazar, Kur’an’a ve Hadis’e dayanan yasaları listeler; bu yasalar, misafirperverlik, yardım, paylaşım (müşereke), lütuf (maun), şahsî ve millî acil durumlara müdahale etme gibi karşılıklı toplumsal sorumluluk meselelere dönüktür. Tekafülün malî kaynakları ile ilgili olarak on iki yasadan bahseder: zekât, nafaka, vakıf, vasiyetnameler, ganimet, dünyanın yeraltı zenginliği, adak (nüzür), kefaret, kan bağışı (adahl), Ramazan sadakası, kamu hazinesi ve yardımseverlik (yukarıdan yapılan ve zekâttan fazlasını ifade eden yardımlar –kifaya). Sibai, tekafül ile ilgili bölümü şu şekilde sonuçlandırır:

“Sonuç olarak tekafül-ü maaşinin gerçekleşmesi için yirmi dokuz yasa mevcuttur, bunlar, hem insanın kendisinin hem de aile ve çocuklarının bugün ve gelecekte güvenli hissetmelerini sağlar. Gördüğümüz üzere, bunların on ikisi tekafül-ü maaşinin finanse edilmesi amacıyla, ilgili yasaların uygulanmasının güvence altına alınması suretiyle belirlenmiştir. Bu yasaların dünyada başka bir milletin yasa ve ilkelerinde örneklendiğine tanık olmuyoruz.”

İslamî tekafül anlayışını Avrupaî muadilleri ile kıyaslayan Sibai, şu tespiti yapar:

“Batılı milletler tekafül-ü içtimaiye üzerine düşündüklerinde ve komünistler meseleyi kökünden çözmek istediklerinde bu, sınaî kalkınmanın basıncı, huzursuz işçi sınıfı ile kitlelerin yayılması sonucu gerçekleşti. Esasında Avrupa, tüm kıtayı mahveden 1929 ekonomik krizine dek işsizliğe karşı işçileri korumayı hiç düşünmezken, İslam, herkesi kucaklayan tekafül-ü içtimaiye sistemini on üç yüzyıl evvel âleme ilân ediyordu. İslam’ın doğduğu Arap coğrafyasında dini bu türden bir sistemi ilân etmeye zorlayan herhangi bir ekonomik etmen de mevcut değildi. İslam bu sistemi her türden sınıfî nefretten ya da zenginlerin servetini intikam gayesi ile kontrol altında tutma niyetinden ötürü kurmadı. Sistem, köklü bir insanî dürtünün ürünü değildi, o eksiksiz ve doğru bir sistemdi.”

Sibai, ayrıca aile içi tekafülün gerekliliği üzerinde durur:

“Günümüzde Müslüman toplumundaki en açık gerçeklik, aile dayanışması ve bunun tüm yönleri üzerinde hüküm süren işbirliği ruhudur. Oğul, babayı ve anneyi desteklemeyi sürdürür; onların evinde, karısı ve çocukları ile birlikte yaşamalarına izin verir. Ölene dek onlara hizmet eder. Bunu yapmayı dinî bir görev ve kendisini Allah’a yakınlaştıran bir tür iş addeder. Aynı durumu ağabeyin kardeşlerini desteklemesinde de görürüz, ağabey kardeşlerini yetiştirir, onları eğitir ve evlendirir. O tüm hizmetleri almanın bir hak olduğunu bilir, yapılanlar esasında kendi hesabına bir tür yardımlaşma faaliyeti olarak algılanmaz. O, ayrıca akrabalarına karşı yükümlülüklerini getirir, fakir ya da engelli durumuna düştüğü noktada, mahrumiyetin ve sefaletin tüm kötülüklerine karşı onları korur. Bu, ailelerin parçalandığı batı medeniyetine nazaran, oldukça dikkat çekici bir olgudur. Batıda baba oğul ve kızlarını, evlâtlar da ebeveynlerini yaşlılıkta ve engelli durumuna düştüklerinde destekleme konusunda isteksizdirler. Batılı bir insanın ailesi ve ebeveynleri ile birlikte yaşadığını nadiren görürüz. Hiç şüphe yok ki Müslüman toplumunu niteleyen bu olgu, İslamî sosyalizme ait izlerden biridir.”

II

Kısa zaman önce aynı konuya tahsis edilmiş bir kitap, El-Ezher Hukuk Fakültesi’nden bir profesör tarafından kaleme alındı. İlk planda yazar, tekafül-ü içtimaiyenin anlamını sorguluyor, ardından maddî toplum-ahlâkî toplum karşıtlığı, dinin toplum üzerindeki etkileri, kamuoyu, toplumsal ilişkiler ve İslam’daki kökleri, aile ve üyeleri arasındaki ilişkiler, toplumlar ve üyeleri arasındaki ilişkiler, yöneten-yönetilen ilişkileri, İslam’da ve kamuda insanî ilişkiler ve birey hakları gibi konular üzerinde duruyor. Burada bizi ilgilendiren, tekafül-ü içtimaiye ile ilgili tartışmadır. Yazarın tespitine göre, bu kavram ve tedamunül içtimaiye (toplumsal dayanışma) eş anlama sahip iki farklı ifadedir:

“Bu iki ifade arasındaki benzerlik, tekafül-ü içtimaiyeyi karşılıklı dayanışma olarak tarif etmemizi sağlar. Burada dayanışma, topluma ait bireyler arasındadır, birbirlerine karşı, hem maddî hem manevî planda, sorumlu olduklarına dair bir inançları mevcuttur. Aynı zamanda toplumun üyelerinin tek tek her birinin kardeşinin noksanlarını yüklendiğine ve bu noksanların kendi yüzünden meydana geldiğine iman etmiş olması gerekir. Bir grup olarak onlar eksiksizliğini ancak her bir bireyin kudreti ve saadeti üzerinden temin edebilen bağlaşık bir güç teşkil ederler.”

İslam’ın tekafül-ü içtimaiyeye yüklediği anlam, bireylerin grubun himayesi (kefala) altında olması zaruretidir. Toplumdaki tüm insanî güçler maddî ve manevî şahsî çıkarları muhafaza etmek amacıyla kaynaşmalı ve toplumsal yapıyı sağlam temeller üzerinde inşa etmelidir. Dolayısıyla toplumun tüm üyeleri bireyin kudretinin muhafazası ile ilgili zarurî tedbirler hususunda uzlaşma içinde olmalıdırlar ki toplumun dinamik seyrinde yürüme imkânı bulabilsinler.

Yasama planında tekafül-ü içtimaiye farklı aşamalardan geçmiştir. Tüm dünya, özellikle batı, zenginlerin gönüllü yardımları ile sınırlı bir fikriyat içindedir genelde. Bunun dışında dinî liderler ve reformcular, zenginleri fakirlere karşı müşfik olmaları için teşvik etmişlerdir. Bu tavır, batının fakirlerin de toplumda kimi haklara sahip oldukları fikrine ulaşmaya başladığı on dokuzuncu yüzyıla dek sürmüştür. Ancak reformcular, bu tip hakların fakirleri besleme görevini üstlenmiş refah toplumunun ve yerel örgütlerin bir işlevi olduğuna kanaat getirmişlerdir. On dokuzuncu yüzyılın sonunda toplumsal reformcular refaha yoğunlaşmış, toplumsal örgütlerin yeterli olmadığının ve bunların fakirlerin tüm ihtiyaçlarını karşılamadıklarının farkına varmışlardır. Sonuç olarak tekafül-ü içtimaiye devletin zarurî bir işlevi olarak görülmeye başlanmıştır.

Tekafül sistemini düzenlemeye başlayan ilk batılı ülke Almanya’dır. Ancak 1883’te çıkartılan bu ilk yasa tekafülü düzenlemeye yetmemiş, tüm mustazaf kesimler hariçte tutulmuşlardır. Yasanın uygulaması aşamalı olmuş, ilk uygulamada iş kazalarına odaklanılmıştır. Sanayide, ticarette ve tarımda çalışan işçiler için hastalığa ve yaşlılığa karşı geliştirilen sigorta yasası 1889’da yürürlüğe girmiş, bu yasayı, maluliyet, yaşlılık ve ölüm karşısında çalışanların sigortalanmasını öngören 1911 tarihli yasa takip etmiştir. 1923’te Almanya’da maden işçilerinin maluliyet ve yaşlılık karşısında sigortalanmasını öngören bir yasa daha çıkartılmıştır. Başlangıçta İngiltere ve diğer ülkeler zorunlu tekafüle itiraz etmişler, ancak 1908’de önemli bir kısmı bu uygulamayı benimsemişlerdir. 1933 itibariyle tekafül-ü içtimaiye, ülkelerin önemli bir bölümünde, tüm sınıfların bir hakkı olarak kabul görmüştür. […] Ancak bu ülkelerin ekseriyeti, tekafül yasalarında tespit edilen hükümlerin aylık ve haftalık gelirin belirli bir kısmına katkı sunması yönünde değişiklikler yapmıştır. 1935’te ABD yasama meclisi Toplumsal Güvenlik Yasası’nı çıkartmış, yasa özellikle işsizlik ve yaşlılık gibi durumlar karşısında bireyin hayatındaki sabit endişe kaynaklarını kurutmayı hedeflemiştir.

Sonrasında, 1942’de, İngiltere’de Sör William Beveridge tekafül-ü içtimaiyeyi, bireylerin olağan kazançları dışında, işsizlik, hastalık, yaralanma, emeklilik, ölenin yakınlarına destek verilmesi gibi başlıklara tahsis edilecek özel bir gelir temini olarak tarif etmiştir.

1945’te Fransız Hükümeti tekafül-ü içtimaiyeyi her bir yurttaşının ve ailesinin hayatını makul ve saygın bir düzeyde sürdürmesi için gerekli araçların güvence altına alınması olarak tarif etmiştir.

1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu İnsan Hakları Beyannamesi’ni kabul etmiştir. Beyanname’nin 25. Maddesi tekafül-ü içtimaiyeyi her bir bireyin makul bir yaşam standardına sahip olma hakkı olarak tarif eder.

İsviçre’de Sağlık Sigortası ve Yardımlaşma Kurumu daimi komitesi başkanı Otto Schmidt, tekafül-ü içtimaiye ile ilgili izahı şu şekildedir: “(O) yokluktan kurtulmaktır.”

Tüm bunlar, tekafül-ü içtimaiye ya da demalül içtimaiyenin anlamını tüm açıklığı ile ortaya koymak noktasında kimi isimlerce yapılmış tespitlerdir. Tüm bu tespitler, demalül içtimaiyenin (toplumsal güvenlik) her bir kişinin ve ailesinin hayatını güvence altına alan, muhtaçlara yardım eden sistemlerin toplumu olduğuna odaklanır. Tüm bunlar, modern zamanlarda dünyanın özgül tekafül-ü içtimaiye sistemlerinin oluşturulmasına dair ihtiyacın farkında olduğunu gösterir.

Elbette bu, toplumsal güvenlik sistemlerinin toplumsal reformcular tarafından icat edildiği anlamına gelmiyor. Esasında ilgili sistemlerin kökleri, bu sistemi on dört yüz yıl öncesinden bilen İslamî öğretiye dek uzanıyor. İslam, kendi milletine ait tüm yapının bir üyesi olan bireyin bir insan olarak sahip olduğu şerefi ve saadeti muhafaza eden kimi yasalar belirlemeyi bilmiş bir dindir. Bu din, ilgili hakların pratikte halka verilmesi noktasında toplumu sorumlu tutar.

Sibai ile benzer bir argümana başvuran Salim, kavramın İslam medeniyetindeki anlamı ile sivil yasamadaki karşılığını kıyaslar. Bu kıyas, görece daha geniş bir Müslüman cemaatine İslam’ı yorumlamaya çalışan ikilinin fikrî zemininin ortak olduğunu gösterir.

1. Batılı ve komünist ülkeler tekafül-ü içtimaiyeyi sanayideki gelişmelerin ve işçi sınıfı ile emekçi kitleler arasındaki hoşnutsuzluğun yayılmasının yol açtığı basıncın bir sonucu olarak düşünmeye başlamışlardır. Bu gelişmeler sonucunda Avrupa işçileri sigortalama yoluna gitmiş ancak bunu ancak tüm kıtayı sefalete sürükleyen 1929 ekonomik krizi ardından yapabilmiştir. Öte yandan İslam, Arap coğrafyasında kendisini mecbur eden hiçbir ekonomik koşulun zorlaması olmaksızın, tekafül-ü içtimaiye sistemini ta on dört yüzyıl önce tamamlamıştır. Ayrıca bu tekafülün gerçekleşmesine sebep olan, ne sınıflar arası öfke ne de zenginliğe ve sefahate karşı duyulan öfke içinde tüm serveti kamulaştırma arzusudur. İslamî tekafül, dünyanın bilincine varmasından çok önce derin ve yaygın bir etkiye sahip olmuş insanî bir meyilden başka bir şey değildir.

2. Yurttaşlık yasaları yiyecek, giyinme, barınma ve hayatî ihtiyaçlarla sınırlıdır. Ancak İslam’da görece daha kapsayıcı olan bu yasalar, hayatın tüm maddî ve manevî ihtiyaçlarını güvence altına alır, zira şeriat her bir yurttaşa yaşama, hürriyet, eğitim ve mülkiyet gibi kimi hakları verir.

Yazarın zekât ile ilgili tartışmasının özeti şu şekildedir: zekât, zenginin ister nakit ister başka bir yolla, kendi servetinden bir payı vermesidir. Bu mecburiyet aracılığıyla İslam’daki tedamun (dayanışma) ile tekafül-ü maddî (karşılıklı maddî sorumluluk) talebi açık bir nitelik arz eder. Bu, sahip olanlarla olmayanlar arasında daimi bir işbirliğinin tesis edilmesi ve destek alanlarla destek verenler arasındaki yardımlaşma ve sadakatin tohumlarını ekmek amacıyla İslam’ın yasalaştırdığı bir toplumsal örgütlenmedir.

İslam, ne sınıflar arası derin uçurumlara ne de bir sınıf açlıktan geberirken diğerinin lüks içinde yaşamasına izin verir. İslam, eşitsizliğin hüküm sürdüğü toplumları kâfir addeder.

İslam’ın tasarladığı zekât, toplumu yıkımdan ve israftan korur. Zekât, toplumu kapitalizme özgü mutlak bireycilikten ve sömürüden, ayrıca o bireyi imha edip onu devletin refahı için köleleştiren “komünizm”den uzak tutar.

Ardından yazar, dayanışmanın iki türü üzerine bir tartışma yürütür: ahlâkî dayanışma ve maddî dayanışma. İkisi arasındaki kesişim işbirliği ruhunu pekiştirir ve dikkatleri farklı yönelimleri birleştiren tek bir öze çevirerek herkesin çıkarının hüküm sürmesini sağlar. Maddî dayanışma planında İslam, zenginlerin görevinin fakirlere ve muhtaç durumdaki yakınlarına yardım etmek olduğu hususunda ısrarcıdır. Belli bir bölgede ikamet eden insanlar birbirlerini destekleyerek, işbirliği içinde yaşamalı, devlet hazinesi yardıma muhtaç olanlara destek sunmalıdır. Başka bir deyişle, yazara göre tekafül-ü içtimaiye, ailede, köyde ve tüm ülkede bütün olarak işleyen ahlâkî ve maddî işbirliğidir.

Kitabın başka bir bölümünde yazar, yürüttüğü tartışmada, materyalist ve ahlâkçı toplumları kıyaslar. Ahlâkçı toplumu sufizme ve sufist eyleme dayanan, maddî arzuları reddeden ve ruhanî bir hayat tarzı içinde yaşayan bir toplum olarak tarif eder. Ahlâkçı toplum, “kimsenin tecrübesinin herhangi bir ölçüme ve kanıta ihtiyaç duymadığı bir yapıdır.” O, bunun yerine, sükunetin ve emniyetin esas kaynağı olan manevî algılara ve kalbin ilahi akışına tabidir.”

Materyalist toplum ise maddiyat için yanıp tutuşan ve ona sahip olmaktan gurur duyan bir toplumdur. Bu türden bir toplum kapitalist de olabilir komünist de. İslam’a göre kapitalizm, “ileriye doğru atılmış muazzam bir adımdır, zira o üretim artışını sağlamış, iletişim araçlarını geliştirmiş ve doğal kaynaklardan faydalanmayı bilmiştir. Ancak bu gayet göz alıcı manzara kısa sürmüş, kişisel kazançlarının kölesi hâline gelen kapitalistler zamanla dinleri ihmal etmişlerdir.” Diğer yandan İslam, “tekelleri yasaklar. Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî’nin iddiasına göre, Hz. Muhammed, ‘sömüren günahkârdır.’ buyurmuştur.”

İslam, komünizme kapitalizme yaklaştığı gibi yaklaşır. Yazarın kanaatine göre, İslam ile komünizm arasındaki uçurum görece daha geniş ve derindir, zira komünizm öğretisi İslamî öğretiye tümüyle muhaliftir. Komünizm materyalist felsefeye dayanır ve ekonomi fikriyatı toplumun her şey olduğunu söyler. Oysa İslamî öğreti bireye önem verir, bir yandan da onun topluma karşı kimi mecburiyetlere sahip olduğunu iddia eder. Komünizm, ekonomik faktörün toplumu işleten ve ilişkileri düzenleyen şey olduğunu söylerken, hayatın ekonomiden ibaret olmadığını iddia eden İslam, ekonominin toplumsal meselelerin çözümü noktasında yegâne araç olduğuna inanmaz. İslam manevî ve ahlâkî değerlere vurgu yapar. Öte yandan komünizm bireysel mülkiyete inanmaz, oysa İslam onu inkâr etmez ve onun hem birey hem de toplum için faydalı olabilmesi için gerekli tüm hukukî araçları üretir.

Tüm bu tespitler üzerinden yazar, Müslüman toplumun hem materyalist hem de ahlâkçı olması gerektiği sonucuna ulaşır. Zira İslam ilahi olana imanla ilgilidir ve o hem ahlâkî hedefleri hem de genel insanî çıkarları gözetir. Bu sebeple İslam reforma ilişkin ilkelerini insanî gerçekliğin iki boyutu, beden ve ruh, üzerine tesis etmelidir.

Tekafül-ü içtimaiyeye ilişkin “dindar” bir bakış açısını takdim ettikten sonra şimdi laik bir yorumu aktarabiliriz. İsmail Mazhar tarafından kaleme alınan kitapçıkta ilgili kavram saf manada bilimsel bir açıdan ele alınır. Mazhar, çalışmasına tekafülün izahatı ile başlar ve onu insanlığın acizlikten yeterliliğe geçişi olarak tarif eder.

Bu değerlendirme dâhilinde yazar, “tekafül” kelimesinin karşılığı olarak “simbiyosis” kelimesine başvurur. Canlı hayatta tekafül, “bir mahlûkun başkasıyla karşılıklı ilişki içinde, bir arada yaşamasını ve ortak çıkar paylaşımını” ifade eder.

Kapitalizm ve komünizmin gelişim süreçlerini özet olarak ele aldıktan sonra Mazhar, her iki sistemin sosyal hayatın önemli bir yönü olan birey hususunda yıkıcı olduğu sonucuna ulaşır. Birey toplum için önemlidir, zira onun hürriyeti grubun gelişimini muhafaza eder; grup da birey için önemlidir, ancak onun otoritesi bireyin toplum üzerindeki etkisini kırmamalıdır. Dolayısıyla birey ile toplum arasındaki tekafüle dayalı olan ve birinin diğerine karşı üstünlüğünü tanımaksızın, her ikisini bütünleştiren bir sosyal sistemin öngörülmesi gerekir.

Ardından Mazhar, toplumun her kesiminin kendisini destekçi olarak göreceği, karşılıklı sorumluluk fikrine dayalı bir sosyal sistemin kurulup kurulamayacağı sorusunu sorar. Desteklenen sistem toplum kesimleri arasındaki karşılıklı desteği, bütünsel bir birim olarak kendi bekası için, verili yapısının desteklenmesi noktasında gerekli bir mesele hâline getirecektir.

Büyük medeniyetlerin tarihine yönelik eleştirel yaklaşımında Mazhar, insanın ileri doğru adımlar attığı gelişim aşamalarının insanın kendi kültürü ile birlikte tekafül-ü içtimaiye sistemi doğrultusunda ilerlediğini gösterdiği sonucuna ulaşır: "Eski zamanlarda ortaya çıkan kültürler tekafül ruhunun hâkimiyetinin bir ürünüdürler, bu kültürlerdeki dağılma ise tekafülün zayıflığının sonucudur.” Bu tespit, Mazhar’ı kendi milliyetçilik tanımına götürür. Ona göre, milliyetçilik “bireye kendisini daha onurlu hissettiren ve diğer toplumlar karşısında kendi toplumunda daha iyi bir konuma sahip olduğunu düşündürten bir hissiyattır.” Komünizm fanatik sosyalistler eliyle bireye zulmedilmesi ise kapitalizm de bireyin grup üzerindeki hâkimiyetini ifade eder. Bu noktada Mazhar eşitliğin olumlu değerine odaklanır. Eşitlik fikrini izah ederken müfadala (belirli insanların diğerlerine nispeten farklı becerilere sahip olması) ve tefdil (doğal seçilme) gibi bilimsel terimler kullanır. Komünistleri eşitliği yanlış yorumladıkları için eleştirir. Canlılar dünyasında iki kişi, iki ağaç ya da iki çiçek dahi mutlak eşitlikle malul değildir. Komünizm “eşitlik” diye yanlış bir anlayış üzerinden zuhur etmişse de şurası kesin ki o nihayetinde tekafül sistemine doğru ilerleyen bir geçiş dönemidir.

O vakit tekafül-ü içtimaiyenin başarısına engel olan şeyler nelerdir? Mazhar altı ayrı engel sıralar:

1. Bireyin ya da grup çıkarlarının hâkimiyeti;

2. Sosyal parazitizm (“[…] hayatın gerekliliklerini tükettiklerine eş değerde herhangi bir üretken çaba içinde olmadan temin etmeye çalışan insan türleri.”)

3. Sosyal sistemlerin katılığı. (Yani değişmeyen yasalarla hüküm süren kölelik);

4. Eşitsiz hayatî fırsatlar;

5. Tepkiler ve tepkiler arası uyumun çatışması. Kimi insanların aşırı tepkiler geliştirip isyan etmesi, kimilerinin ise rahatlıkla itiraz edebilecekleri, kendilerini kurtarabilecekleri koşullara teslim olup uyum sağlaması;

6. Zıtların yakınlaşması. (Bu en iyi üst düzey görevlilerle dinî kesimin işbirliğine giderek hürriyeti ve düşünceyi bastırmalarında ifadesini bulur.)

Tekafül nasıl başarılı olacak? Mazhar’a göre, tekafülün gerçekleşmesi için iki önemli dayanak gerekmektedir. İlki toplumun ihtiyaçları lehine çalışan bir yasamanın oluşmasıdır. Sürecin yavaş işlemesine engel olmak için bu türden bir yasama sırtını ne tirana yaslamalı ne onun iradesinin bir ürünü olmalı ne de doğaüstü bir güce dayanmalıdır. Başka bir deyişle hukuk sosyal iradenin bir ürünü olmalıdır. Bu, tekafüle ait bağların birleştiği, toplumun dağılmasını engelleyen ana merkezdir.

İkinci dayanak, ahlâkî-idealist bir faaliyete işaret eder. İzah noktasında Mazhar, İslam Devleti’nin ilk dönem tarihini ele alır: “İslam’ın ilk aşamasında, yani Müslümanların devletin herkesin ortak malı, dinin Allah için olduğuna inandıkları dönemde Müslüman Devlet iki büyük imparatorluğu, Bizans ve Pers imparatorluklarını kısa sürede yıkabilmiştir.” Bunun nedeni, ilgili devletin tekafül anlayışına dayalı bir devlet olması ve “tüm Müslümanları her birine kendisinin devletin bir parçası olduğunu düşündürten belli bir imanla birleştirmesidir. Bu devlet Müslüman’ındır ve İslam Allah’tan başka hâkimi olmayan bir dindir.” Yeni devlet çürümeye başladığında ve tekafül çözülüp toplumda despotlar hükmetmeye başladığında Müslüman devlet dağılıp çökmüştür.

Yazı boyunca öne çıkartılan bu üç yazar, tekafül-ü içtimaiyeyi izah edip çözümlemiş olmakla tekafülün ne türden bir toplumu müdafaa ettiği meselesine açıklık getirmişlerdir. Madem tekafül-ü içtimaiye ya da iştirakiye, sosyalist ideolojinin aslî ürünlerinden biri o vakit bunların bir din olarak İslam tarafından idrak edilmesi gerekmektedir. Ayrıca bu noktada sosyalizmin batıdaki gelişim sürecinde maruz kaldığı hıristiyan etkisi de değerlendirilmelidir. Esas olarak bizim dikkat etmemiz gereken husus, dinle devletin ayrılması meselesi olacaktır. Eğer Hristiyan batı devlet ve kiliseyi ayrıştırma konusunda başarılı olmuşsa, İslam’ın bu işi aynı şekilde ama daha sınırlı bir anlayış dâhilinde, en azından verili şartlar uyarınca yapması gerekecektir. Bugün sosyalist Mısır’da yürürlükte olan, bir tür refah devletidir. Bu devlet, hem seküler hem de İslamî argümanlara dayanmaktadır.

Sonuç olarak sosyalizm anlayışının Arap kültürüne bütün olarak yabancı bir husus olmadığı üzerinde durulmalıdır. Asabiyye (kabilecilik) ve aile Arap kültürel hayatına ait birer olgudur. Dahası paylaşım, sadece İslam tarafından talep edilmemiş ayrıca Arap atasözleri, hikâyeleri ve efsanelerince de savunulmuştur. Meselenin özü, yirminci yüzyılın taleplerini karşılamak için İslam’ın yeniden yorumlanmasıdır.

Sami A. Hanna

[Kaynak: The Muslim World, Cilt: 59, Sayı: 3-4, 1969, s. 275-286.]

0 Yorum: