19 Nisan 2024

, ,

Gazze’ye Açılan Savaş


Gazze’ye Açılan Savaş:
İsrail’in Uyguladığı Vahşet Yakında Yüzleşeceği Yenilginin Alameti

 

Tüm yerleşimci sömürgecilerin son yıllarına her daim soykırım gibi sömürgeciye ait uzun soluklu vahşet pratikleri damga vuruyor. Yerleşimci sömürgeci, gücünü yitirdiğini anladığı vakit, yerli halkın isyanını mağlup etmek adına, en barbar yöntemlere başvuruyor.

Kenya’da İngilizlerin, 1963’de beyaz üstünlükçüsü sömürge idaresine son veren ulusal kurtuluş savaşı boyunca yüz bin kadar Kenyalıyı öldürdüğü tahmin ediliyor. 1956-1976 arası dönemde Portekizli sömürgecilere ve beyaz üstünlükçüsü idareye karşı Angola ve Mozambik’te verilen kurtuluş savaşları on binlerce insanın canına mal oldu.

Bağımsız olması hâlinde ırk ayrımcısı Güney Afrika’nın ölüm sürecini hızlandıracağından korkan ABD ve Güney Afrika devleti, Afrika kıtasının çeşitli yerlerinden getirilen paralı askerlerle birlikte, 1975-1992 yılları arasında Angola ve Mozambik’teki halklara karşı ırkçı bir savaş yürüttü. Bu savaşta her iki ülkenin toplam 23 milyonluk nüfusunun 1,5 milyonu katledildi. On iki milyon insan mülteci durumuna düştü.

1989’da Güney Afrika’da yerleşimci sömürgeci rejim, Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ile müzakere yürütmek zorunda kalınca siyasetçi, aynı zamanda Zulu prensi Mangosuthu Buthelezi’yi desteklemek suretiyle Siyahi Güney Afrikalıların birliğini dağıtmak için uğraştı. Bu prensin takipçileri, ANC üyeleriyle çatıştı.

Bugün hükümetin Buthelezi’nin sağcı ve ayrılıkçı Inkatha Özgürlük Partisi’ne (IFP) mali yardım yaptığı, askeri eğitim verdiği biliniyor. Bu “barış süreci” denilen ve 1989-1994 yılları arasını kapsayan dönem boyunca Güney Afrika polisi ve güvenlik güçleri, yaklaşık 15.000 Siyahî Afrikalıyı öldürdü.

Aynı şekilde İsrail, Eylül 1993’teki “barış” anlaşmasını imzaladığından beri binlerce Filistinliyi öldürdü. Barış görüşmelerinden Eylül 2023’e dek uzanan “barış süreci” boyunca, ta Gazze’deki son soykırıma dek, İsrail 12.000 Filistinliyi öldürmüştü.

Fakat bu örnekler içerisinde Gazze’de yaşanan süreci anlamamızı sağlayacak en uygun örnekse Cezayir.

Halkın Mücadelesinin Şiddet Araçlarıyla Bastırılması

Eskiden Fransa’da sömürgeler bakanlığı yapmış, Kolomb öncesi döneme hâkim olan antropolog, aynı zamanda Montpellier’de faaliyet yürütmüş Protestan bir antifaşist olarak Jacques Soustelle, Ocak 1955’te Cezayir valisi oldu.

Bir ay sonra iktidara gelen ve yeni hükümeti kuran Edgar Faure’nun Tunus ve Fas’taki sömürgecilik karşıtı mücadeleleri bastırmakla meşgul olduğu dönemde Soustelle, Cezayir’i kendi bildiği gibi yönetti. Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni (FLN) tabansız bırakmak ve Cezayirlileri kazanmak adına Sections Administratives Specialisees [“Uzmanlaşmış İdari Seksiyonlar -SAS] başlığını taşıyan programı yürürlüğe koydu.

Diğer yandan, ordu da Cezayir köylerini boşaltmaya, köylüleri FLN’nin faal olduğu alanlardan uzaklara yerleştirmeye başladı. Ardından, FLN savaşçılarını kapsamlı propaganda çalışması dâhilinde “çekirge” olarak tasvir eden ordu, FLN ile mücadele edecek milisleri oluşturdu, bir yandan da kendisini Cezayirlileri “komünizm ve Mısır cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır’ın Arap milliyetçiliği belâlarından kurtaracak güç” olarak takdim etti.

Bu girişimler, Amerika ve İsrail’in Filistinlileri “terörizm” ve İran’ın kurduğu dayanışma ilişkileri denilen belâlardan kurtarmak için ortaya koyduğu girişimlere benziyor.

Nisan 1955’te Fransa belirli bölgelerde olağanüstü hâl ilân etti ve bu OHAL’in kapsamını zaman içerisinde tüm ülkeyi kapsayacak şekilde genişletti. Cezayir köyleri toplu hâlde cezalandırıldı, insanlara ayrım gözetmeden işkence edildi. Bugün Filistin gibi yerlerde olağanlaşmış olan bu tür eylemler dâhilinde hükümet, yerleşimcilerden oluşan ihtiyat teşkilâtını yürüttüğü mücadeleye dâhil etti.

Ağustos 1955’te yaşanan ayaklanmada Cezayirliler, Filipevil şehrinde sömürgecilere, polise ve askere saldırdılar. 100 kadar Avrupalıyı öldürdüler, birçoğu yorgunluktan bitap düşüp öldü.

Fransız ordusu, polis ve sömürgedeki Fransız yerleşimcileri bu saldırıya cevap olarak binlerce Cezayirliyi öldürdü. Onlarcası bulundukları yerde öldürülürken, yüzlercesi de Filipevil’in futbol stadyumunda toplanıp hep birlikte infaz edildi. 12 ilâ 20 bin civarında insan öldürüldü. Böylelikle isyan, yeni bir aşamaya girdi.

“Evrimleşmişler” veya “seçilmişler” olarak anılan asimilasyoncular ve asimile olmuş Cezayirliler bile baskının ulaştığı seviye karşısında ürktüler ve Sustel’i terk ettiler.

Haziran 1956’da Cezayir’e 450.000 Fransız askeri getirildi. Bu askeri gücün karşısında 40.000 kişilik yedek gücün desteğini arkasına almış 20.000 kadar Cezayirli devrimci bulunuyordu. FLN de bu süreçte 2.000 kadar Cezayirli kadın örgütledi.

Köyleri ateşe veren Fransızlar yargısız infazlar gerçekleştirdiler, yakaladıkları FLN savaşçılarına veya savaşçı zannederek ele geçirdiği kişilere işkence ettiler. Cezayir’de ayrıca FLN tutsakları giyotine gönderildi. İntikam almak amacıyla FLN de on kadar Fransız yerleşimciyi öldürdü. Yerleşimciler de bunun karşılığında Cezayir kentindeki Cezayirli mahallesini havaya uçurdular ve 70 insanı öldürdüler. Buna karşı eylem yapan FLN, aynı kentin beyaz mahallesinde iki kafeye bomba yerleştirdi ve dört yerleşimciyi öldürdü.

Emperyalizmin Bulduğu Kılıflar

22 Ekim 1956’da Kahire’de Fransız hükümeti ile FLN’nin politik liderleri arasında gizli müzakereler yürütülüyor olmasına rağmen Fransız ordusu, aynı günlerde Fas’tan Cezayir hava sahası üzerinden Tunus’a uçan bir uçağa müdahale etti. Uçakta Fransızlarla gizli toplantı gerçekleştirecek olan Ahmed Ben Bella gibi FLN liderleri bulunuyordu. Bu liderler, 1962 yılına kadar tutuklu kaldılar.

Cezayir’deki isyan konusunda Mısır’ı suçlayan Fransa, Kasım 1956’da İngilizlerin ve İsraillilerin ülkeye yönelik gerçekleştirdikleri işgal harekâtına katıldı. Harekât yenilgiyle sonuçlandı ve Nasır’ın Arap dünyası genelinde sahip olduğu popülerliğini artırdı.

1956’da FLN’ye katılmış olan genç Martinikli psikiyatrist Frantz Fanon, Fransızların işgal ile ilgili gerekçelerinin anlamını şu şekilde izah ediyordu:

“Süveyş seferinde amaç gücünün zirvesine ulaşmış olan Cezayir Devrimi’ne darbe indirmekti. Cezayir halkının mücadelesini yönetmekle suçlanan Mısır’ın üzerine bombalar yağdırıldı.”

Buna karşılık, otuzlarda Nazilerden kaçıp ABD’ye sığınan, Frankfurt Eleştirel Teori Okulu’nun kurucuları, Alman Yahudi felsefeciler Max Horkheimer ve Theodor Adorno, savaş sonrasında birer Siyonist soğuk savaşçıya dönüştü ve Mısır’ın işgalini coşkuyla destekledi. Bu isimlere göre Nasır, “Moskova ile gizli dolaplar çeviren faşist bir kabile reisi”ydi.

Felsefeciler, bu tespitlerinin devamında şunları söylüyorlardı:

“Bu hırsız Arap devletlerinin yıllardır soteye yatıp İsrail’in üzerine çullanmak ve bu ülkeye sığınmış olan Yahudileri katletmek için fırsat kolladığını kimse söylemeye bile cesaret edemiyor.”

Emperyalistlerin buldukları bu türden kılıflar, bize bugün İran’ın Gazze ve Batı Şeria’daki Filistin isyanının ardındaki güç olarak görülüp hedefe konulmasını anımsatıyor. Bugün de İran, aynı söylem üzerinden, ABD, İsrail ve Arap müttefiklerinin tehdidiyle ve saldırılarıyla yüzleşiyor.

Uluslararası Düzlemde Yalnızlaştırma Girişimleri

Yerleşimci-sömürgeci düzenine karşı gerçekleştirilen direnişte seferber edilen halk kitleleri, Ocak-Eylül 1957 arası dönemde yaşanan Cezayir Muharebesi boyunca Fransızların yoğun baskılarıyla yüzleşti. Baskı araçlarından biri de sivillere uygulanan işkencelerdi.

Ekim 1957’de Fransızların baskısı, askerin, polisin ve Fransız yerleşimcilerinin gerçekleştirdikleri kitlesel katliamlar, bunun yanında, FLN liderlerinin yakalanması veya öldürülmesi üzerine Cezayir Muharebesi son buldu.

Ancak askeri açıdan mağlup olan FLN, diplomasi sahasında önemli zaferlere imza attı. Aralık 1957’de Kahire’de düzenlenen Afrika-Asya Konferansı FLN’ye destek verdi, bağımsızlık çağrısı yaptı, hatta o dönem ABD’de senatör olan John F. Kennedy, Temmuz gibi erken bir tarihte Cezayir’in bağımsızlığını desteklediğini açıkladı.

Birleşmiş Milletler içerisinde de Cezayir’in bağımsızlığına yönelik destek iyice arttı. ABD’nin çekimser kaldığı Aralık 1957 tarihli oylamada BM Genel Kurulu, Cezayirlilerin bağımsızlık hakkını tanıdı.

FLN Cezayir’de yenildi, ama savaşçılarına yönelik mücadele devam etti. Mücadele, Sakiyat Sidi Yusuf’taki katliamla zirvesine ulaştı. Şubat 1958’de Fransızlar Tunus sınırındaki şehri bombaladılar, aralarında çok sayıda çocuğun bulunduğu 70 sivili öldürdüler. Bu savaş suçu, tüm Arap dünyası ve Eisenhower yönetimince ağır bir dille kınandı.


Aylar sonra Fransa’nın yeni başbakanı olan Charles de Gaulle, 4 Haziran günü Cezayir’i ziyaret etti. Kendisini coşkuyla karşılayan yerleşimcilere şunu söyledi: “Sizi bir ben anlıyordum.” Kısa bir süre sonra yeni bir anayasa hazırlayan de Gaulle, cumhurbaşkanı oldu. Manevralarını endişe ile izleyen FLN liderleri mücadeleyi kaybetmeleri durumunda “Cezayir’in Filistin’le aynı kaderi paylaşacağını” düşünüyorlardı.

Eylül 1958’de FLN, Kahire’de Arap devletlerinin yanı sıra diğer Üçüncü Dünya ülkelerinin de hemen tanıdığı, yeni Cezayir cumhuriyetinin geçici hükümetinin kurulduğunu duyurdu.

Bu esnada Fransız gizli servisi, FLN üyelerine ve Almanya’daki Alman silâh tüccarlarına yönelik suikastlar ve saldırılar gerçekleştirdi. Cezayir’e gidecek silâhları taşıyan gemiyi Hamburg limanında havaya uçurdular. Bu süreçte Almanya’nın başındaki isim olarak Konrad Adenauer, Cezayirlilere ve diğer Müslüman kesimlere yönelik casusluk faaliyetlerine göz yumdu.

Ekim ayında de Gaulle (sonrasında soytarı Yaser Arafat’ın da kullanacağı) “cesurların barışı”ndan söz etti. Ama cumhurbaşkanı, kendi ülkesinde barıştan söz ederken, aynı günlerde Cezayir’de FLN’ye saldırılması emrini veriyordu.

Son Günler

Fransızlar, FLN’nin Ulusal Kurtuluş Ordusu’na mensup insanları takip etsin diye Cezayirli işbirlikçiler örgütledi. Bu işbirlikçilerin sayısı zamanla 26.000’den 60.000’e çıktı. Bu kişiler, tıpkı bugün Amerikalılardan ve Avrupalılardan eğitim alan, Filistin Yönetimi’ne bağlı paralı askerlere benziyorlardı.

Fransızların baskısının giderek ağırlaştığı, çok sayıda Fransız askerinin ve Cezayirli işbirlikçinin saldırılarının yoğunlaştığı Nisan 1959 itibarıyla Ulusal Kurtuluş Ordusu savaşçılarının yarısını yitirmiş bir hâldeydi. Ekim ayında Fransızlar, 2.157.000 Cezayirliyi başka yerlere taşıdı, ordunun kontrolünde olan 1.242 toplama kampı kurdu, 250.000’i aşkın insan Tunus ve Fas’a sığınmak zorunda kaldı.

Zamanla 60.000 Cezayirli işbirlikçi (“harki”) askeri birlikler hâlinde teşkilâtlandırıldı. Bu birlikler, Ulusal Kurtuluş Ordusu savaşçılarının yakalanması konusunda Fransızlara yardım ettiler. Ayrıca 19.000 işbirlikçiden bir milis gücü teşkil edildi.

Jean-Paul Sartre ve Francis Jeanson gibi Fransız felsefeciler, tıpkı Frantz Fanon gibi, Cezayir’in bağımsızlığına ve FLN’ye destek verirken, Cezayirli Yahudi felsefeci Jacques Derrida sömürgecilerden yana saf tutup Cezayir’in bağımsızlığına karşı çıktı.

Üçüncü Dünya’nın desteğiyle, BM Genel Kurulu Cezayirlilerin kendi kaderini tayin hakkına destek veren kararı oyladı. Bölünme ihtimaline karşı çıkıldı. Bu, bir önceki yıl de Gaulle’ün önerdiği bir seçenekti (oylamada 63 ülke karar lehine oy kullanırken sekizi hayır oyu kullandı, 27’si çekimser kaldı.)

BM’deki oylamadan kısa bir süre sonra de Gaulle, FLN ile müzakereleri başlattı. Fransız yerleşimciler, General Franco’nun başta olduğu İspanya’nın başkenti Madrid’de adına Organisation de l'Armee Secrete (“Gizli Ordu Teşkilâtı” -OAS) dedikleri yeni bir terörist örgüt kurdular. Nisan 1961’de İsviçre’nin Evian şehrinde Fransızlarla FLN arasındaki görüşmeler sürerken terörist yerleşimciler, Evian belediye başkanını öldürdüler.

Bu esnada, Temmuz 1961’de Fransızlar Tunus sınırındaki Bizerte şehrini bombaladılar, 4.000 kadar Tunuslu sivili öldürdüler, binlercesini yaraladılar. Burası, Fransız ordusuna ait olan, Fransızların boşaltmayı reddettikleri bir askeri üssün bulunduğu yerdi.

Birçok ülke bu saldırıyı kınadı, Fransa, uluslararası planda yalnızlaştırıldı. Ancak ABD ve İngiltere, tıpkı bugün İsrail’i BM’de koruduğu gibi o gün de Fransızların Bizerte’deki üssü boşaltmasıyla ilgili müzakere sürecinin başlamasını öneren BM kararının yürürlüğe girmemesini sağladı.

Yerleşimcilerin gerçekleştirdikleri terörist saldırılar devam etti, ama Fransız ordusu bu faaliyetlere bir süre sonra son verdi.

1962’de Cezayirliler bağımsızlıklarını kazandılar. Bu uğurda 1954’ten beri 300.000 insanını yitirdiler. Fransa, Cezayir’i 1830’da sömürgeleştirdiği günden beri bu ülkede bir milyondan fazla insan öldürdü.

Bugüne dek İsraillilerin son altı ay içerisinde öldürdüğü Filistinli sayısı 40.000’i aştı. Binlercesi yıkılan binaların enkazı altında.

Yahudilerin üstünlüğüne iman etmiş yerleşimci-sömürgeci idaresini korumak için daha fazla Filistinliyi öldürmeye hazır ve hevesliler. Bugün beyaz yerleşimci-sömürgeciler, Avrupa’nın beyaz üstünlükçüleri, sömürgelerde kalan beyazlar, tıpkı İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Afrika’daki ataları gibi, İsrail’in soykırımına destek sunuyorlar. Bunlara Frankfurt Okulu’nun varisi Jurgen Habermas gibi birçok batılı aklıevvel ve aydın da eşlik ediyor.

İsrail paramparça edilip yerine ırk temelli olmayan, sömürgelikten kurtulmuş bir devlet kurulmazdan önce, bu son yıllarında İsrail’in daha kaç Filistinliyi öldürmesine izin verileceğini muhtemelen sadece Beyaz Saray’daki stratejistler biliyor.

Joseph Massad
16 Nisan 2024
Kaynak

18 Nisan 2024

,

Güneş Tutulması

 

Dayan İnce Memed dayan
Şimdi direnecek çağdır

 

Bir devrin tanıklarından o günleri dinlediğinizde duyacağımız en önemli cümle “Onlar gibisi yoktu, bir daha öyle insanlar gelmez, şimdikiler öyle değil!” Bu serzeniş, aslında birkaç soruya kapı aralıyor. Şimdi değişen nedir? İnsan mı?

Geçmişteki insanları güzellikleriyle anmak, farkına varmadığımız bir nostaljiye neden olmakla birlikte onların mücadele ettiği döneme ve içinde bulundukları çevrelere/yapılara haksızlık etmektir. Meseleyi insan özelinde ele almak, mücadelenin de öznel alana sıkıştırılmasına yol açar. Bazen de insanın değiştiği sitemi, aslında aynı hatayı yeniden üretir.

O güzel insanlar o güzel atlara binip gitmediler, bindirildiler. Ata binip rotasız gezen varsa o da sol çevrelerdir, çünkü onlar ÇED raporlarının soludur.

O insanlar fedakardı, anlayışlıydı, çözüm odaklıydı, içten ve sıcaktı gibi sıfatların tespih tanesi gibi dizileceği cümlenin kısa olması beklenemez. Tüm bu olumlu sıfatlar, o güzel insanların doğuştan getirdiği özellikler değildir. Bir insanı o sıfatlara eriştirip kitlelerin hafızasına kazıyan asıl neden, ona mücadelenin birikimini, deneyimini, anlamını, değerlerini, kültürünü ve ilkelerini kazandıran yapıdır.

Bugün liberal ve reformist dediğimiz çevrelerde sayısı azımsanmayacak derecede insan var. Birey bazında önemli bir çoğunluğu da sömürüsüz ve adil bir düzeni istediği için o yapıların “tabanını” oluşturuyor. Eleştiriye tabi tuttuğumuz bu insanlarda ve ilişki biçimlerinde gördüğümüz yozluğun asıl nedeni, onlara bir kimlik ve karakter veremeyen yapılar.

Bugün sorunlarımızın çözülmemesinin en önemli kaynaklarından biri, emek mücadelesini tarihin çağrısına uygun şekilde yürütecek bir mücadele hattının hayata geçirilmemesi. Bunun nedeni de yapıların düştüğü durumlarda aranmalı. Süreklileşen bu durum hayatın dinamiğine aykırı olduğundan, şu an kazanımla sonuçlanan mücadeleler ise geçmişin birikimini kolektif hafızasında taşıyıp kendiliğindenciliğe terk edilmiş emekçi halk sınıfları sayesinde verilebiliyor.

Umut, mücadele için gereklidir ama asıl umut, ayakları yere basılarak büyütülendir. Yanılgıya düşmek, umudu da bir eziyete ve hayalciliğe çevirir. Bu anlamda, belirli yanılgılardan kurtulmak gerekiyor.

- 12 Eylül, 7 yıl sürdü ama işçi sınıfının bahar eylemleriyle 90 sürecinde önemli bir ivme yakalandı. Doğru. O dönem 5 yıllık bir süreci kapsar. O süreç de 12 Eylül öncesinin deneyimlerinin hatalarıyla birlikte tekrar edilmesinden gelişen süreç uzun sürmemiştir. Umudu buradan geliştirirsek, OHAL döneminde havalimanı inşaatında çalışan işçiler greve çıktı. Sonraki dönemde Trendyol işçileri kazanımla sonuçlanan mücadele yürüttü. Ülkedeki farklı iş kollarında kazanım elde edilen grev ve direnişler tarihe geçti. Öyle ki feodalitenin merkezi noktalarından biri olan Urfa’da dahi kadın işçiler direnişe başladı. Aynı şekilde, adalet temelli hak eylemleri birçok şehirde boy verdi. O zaman neden ikinci bahar eylemlerinde tarihin akışına yön verilemedi?

95 sonrası süreçte hızlanan reformistleşme ve sivil toplumculuk tüm bu dinamikleri ve kazanımları seçime kanalize ederek kitleleri CHP’ye endeksledi, sol da CHP’lileşti. Mücadele bayrağını yükselten işçi emekçi sınıf var ama o mücadeleye yön verecek bir sol yok. Bu gerçek aşılmadığı sürece tarihin aynı biçimde tekerrür edeceğini ummak en masum tabirle iyimserliktir.

- Reformist çevrelerde yer alan insanlardaki yozlaşmada da bu insanları hedef tahtasına yerleştirmek bir başka öznelcilik hatası. O insanlar, mücadeleyi kendilerine öğretildiği şekilde yürütüyor. Demokratik bir yürüyüşe giden gence anne-baba tavsiyesi olarak verilen “Ne önde ne arkada dur, madem gidiyorsun ortalarda kal!” diye verilen kaygılı öneri, bugün o yapılara göre daha ilerici. Söz konusu çevreler, kendi insanına o yürüyüşlere “Hiç gitmeyin!” uyarısı yapıyor. Birbirine ev-araç sattırmak, bar-meyhane açtırmak, elit semtlerde oturmak ve oturulmasını salık vermek, bir siyasi kültüre dönüştü.

Yumurta aslandan değil, tavuktan türer. Yumurtadan çıkan varlığa “Neden aslan değilsin?” diye tepki vermek, bilimsel yönteme aykırıdır. Bu çevrelerin şefleri/vekilleri katıldıkları programlarda “Bana işkence yapıldı!” diyor. Ortada “ben” var, yapı yok, müstakil özne var, yapının “mimarı” var. Sana sen olduğun için işkence yapılmadı. Bu yüzden, artık gelenekleri anlatan kitaplar yazılmayıp öznelerin biyografilerini boca eden kitaplar, son 15 yıldır politik gündemimizde kendine alan buldu. O alan da gitgide sınırını genişletiyor. Bu kitapların hiçbirinde o insanlara o meziyetleri ve güzellikleri kazandıran asıl kaynağın ne olduğundan bahsedilmiyor, kitleye o kaynağın mimarı olarak özne sunuluyor. Özne yapıyı temsil edemiyorsa ortada bir sorun var demektir. “Tek” kaldığında beyaz bayrak açıyorsa ortada bir yapı olduğu iddia edilemez.

- Mitinglerde çalınan müzikler, otel lobilerinde düzenlenen kokteyller, çocuklara verilen isimler, trekking-tekne gezileri, yurt dışında yaşama hayalleri ve önerileri, olsa olsa bir yapıyı değil, göçük altı yaşamı ifade eder. “Kitle bir anda dönüşür” demek kitlenin nelerden vazgeçemeyeceğini hesaba katmamaktır. Değişecek kitle varsa kaybedecek çok az şeyi olan ya da olmayan ezilen ve sömürülenlerdir.

- Takvimsiz bir “mücadele” dayatılıyor. Burjuvazinin ve egemenlerin gündemi belirlediği takvime uyum sağlanmaya çalışıldıkça sömürü gerçeği geri plana atılıyor. Ne bir sendika ne bir yayın ne de bir yapı/çevre/parti, mücadele tarihini yaşatan bir takvimi yaşıyor/yaşatıyor.

- Mekânsız bir “mücadele” dayatılıyor. 1 Mayıs yaklaşıyor. On yıldır 1 Mayıs Taksim’de kutlanmıyor. Alanı belli olmayan bir güne çevriliyor. Bir yıl Bakırköy, bir yıl Maltepe, bir yıl balkonu olanlar için balkon. Uğrunda can verilen meydan için “fetiş” yakıştırmasında bulunanlar özeleştiri vermediği gibi tertip komitesinde yer alıyor. Takvim de mekân da çocuklara verilen isimler de tasfiye ediliyor. İşçi emekçi halk sınıfları an'a çağrılıyor, tarihe değil. Sınıftan kaçırılan gerçek ödenen bedelin tarihini yapan gelenekler.

Atası ve atlası olmayan bir yapının ardından sınıfın gitmesi beklenemez. Önceden mezarsız ölüler olurdu, artık bedensiz (ölü diyemeyiz onlara) mezarlar var, sola ait. Kendiliğindencilik böyle katmerleniyor.

Çok uzun bir tartışmanın konusu olduğu bir gerçek. Ezilen sömürülen sınıflar olarak bizim için ilkeyi, değeri, hedefi, deneyimi, ilişkileri, ahlakı, onuru, kültürü bir bütün olarak takvimde, mekânda, çocuklara verilecek isimlerde yaşatacak olan yapıya, mücadele hattına, birliğe ihtiyacımız var. İnsan değişmedi, değiştirildi. Bunun nedeni de karşı kültürü üretemeyen sol çevrelerdir.

Bugün şu sorunun yanıtlanması sol yapılar için önemli: Sol bir çevrede yer alan kişiler neden antidepresan kullanır ya da alkol bağımlısı olur? Çağa sözünüz geçmediği için mi özünüz yitti?

Aynı sorunu öğrenci velileri de yaşıyor, çağ karşısında çocuğuna sözü geçmiyor. Sol bozulunca en küçük ve temel yapı olan aile de bozuluyor. Sol, aileye de karşı. Bindiği dalı kesiyor.

Özne sorunu aşılmadığı sürece kendiliğindencilik hükmünü sürdürmeye ve emekçi halk sınıfları da CHP’lileşmeye devam edecek.

“1 Mayıs’ta Taksim”deyiz” diyenler bir gün önce meydana icazetli protokolle çelenk bırakıp alanı güvercinlere devrettikten sonra kendilerine gösterilen alana gidecekler. İki hafta kaldı ve iş yerlerinde ve mahallelerde hâlen daha Taksim’e yönelik sendikal bir çalışma mevcut değil.

S. Adalı
18 Nisan 2024

17 Nisan 2024

,

Birden Bire


Barış Yıldırım türü küçük burjuvalar, kendi küçük burjuvalıklarını halkta temize çekmek, bunun için halkla varlıkları arasında kısa devre yapmak adına, halkın çelişkili bir bütünlük olduğunu görmüyorlar. Kendileri çelişkilerden, gerilimlerden ve çatışmalardan azade olduğu için halkı da öyle görmek istiyorlar. Bu solculuk, kafasında kendi suretinde bir halk imal ve inşa ediyor, hep ona hitap ediyor. Esasen kendi aynasına konuşuyor. Ayna her kırıldığında, daha bencil, daha benmerkezci bir halk tasavvuruna kaçılıyor.

“Halk” derken, birey ve kişi olarak kendi mülklerinden bahsediyorlar. Halkın imal ve inşa edildiği gerçeğini görseler kendilerinin de imal ve inşa edildiği gerçeğini görecekler. Bu gerçekle yüzleşmemek için hakikate küfrediyorlar. Bu sol, halkı savaşta inşa eden komünist pratik olarak Mao’yu zihinden ve eylemden silmeye mecbur. Mao’yu bilen tarih, idealist Tarih anlayışı üzerinden siliniyor.

Mao, biz-düşman ayrımını burjuva siyasetine ait mutlak ve sabit kurgular üzerinden yapmıyor. Geçişmeleri görüyor, çatlaklara bakıyor. Bizi ve düşmanı mutlaklaştıranların halk gerçeğini anlayamayacağını söylüyor. O halkı savaştırıyor, savaşı halklaştırıyor. Bunu ne idüğü belirsiz bir “solculuğun” reklâmını yapma gereği duymadan, kendisini bu kimlik siyasetiyle tanımlamadan yapıyor. Mao, sağ kadar solu da eleştirebiliyor:

“Karşı-devrimcilerin ortadan kaldırılması denilen mesele, biz ve düşman arasındaki karşıtlık temelinde ele alınması gereken bir meseledir. Halk içerisinde bazı insanlar, bu meseleyi farklı açıdan ele alıyorlar. Bu iki kesim, mesele konusunda bizim görüşümüzden farklı görüşlere sahip. Düşünce süreci dâhilinde sağa sapmış olanlar (sağcılar), düşman ve biz ayrımı yapmazlar, bu anlamda, düşmanı halkımızla bir tutup onu halk sayarlar. Kitlelerin düşman kabul ettiği kişileri dost görürler. Düşünce süreci dâhilinde sola sapmış olanlar, yani solcular ise biz ve düşman arasındaki çelişkileri öyle abartırlar ki halkı düşman gördüklerinden, orada açığa çıkan çelişkileri düşmanla aramızdaki çelişkiler olarak ele alırlar ve aslında karşı-devrimci olmayan kişileri karşı-devrimci sayarlar. Her iki görüş de yanlıştır.”[1]

Halkı düşman gören anlayış, antikomünisttir, solcu olması hasebiyle, burjuvaziye aittir. Halk “çomar, sağcı, gerici, yobaz”ken bir günde “solcu, ilerici, aydınlanmacı” olamaz. Siyaset denilen pratik, öznelerle yürür, ama özne-merkezli ilerlemez. Nesnelliği özne, özneyi nesnellik zannetmek, hatalıdır. Halkı tümden düşman ya da tümden dost kabul edenler, yanlıştadır.

Sabit ve düşman bir halk var, bu bir seçim gecesinde birdenbire dost olamaz. Esasen son seçimde AKP kitlesi kütle hâlinde sandığa gitmemiştir. CHP’nin bu kitleyi kendi safına örgütlemesinden söz edilemez. Altılı Masa kurgusu dâhilinde topladığı İyi Parti ve DEM kitlesinin oyuyla oy oranı artmış, AKP’deki küçülmeyle birlikte sahada ciddi sayıda başkanlık kazanmıştır. “Filistin meselesi ve geçim meselesi AKP’yi çökertti” diyenler yalan söylemektedir. Çünkü iki meselenin altında da CHP ve onu var eden güçlerin imzası vardır.

* * *

Bugün “başdüşman Erdoğan” türü liberal temrinlere sarılıp yavan Maoizm üzerinden analizlere imza atanların anlamadığı şey, Marksizm-Leninizmdir. Mao, “düşman bizim içimizdeyse, biz de düşmanın içindeyiz” der. Erdoğan’ı başdüşman gören yaklaşım Tarafçıdır, Candündarcıdır, Fethullahçıdır, Marksist değildir. Bu kendi içindeki düşmana teslim olmuş, AKP karşıtı liberalizmle hesaplaşılmalıdır.

Mao, biz-düşman arası çelişkilerle halk içi çelişkiler arasında ayrım yapar. İkisini ayrı ayrı ve belirli bir bütünlük dâhilinde analiz eder. Uzlaşmaz olana ve olmayana bakar. Öznenin varlığını buradan tanımlar. Sol, kendisini çelişkilerden azade gördüğü, çelişkisizliği pazarladığı, çelişkilerden kaçtığı sürece yol alamaz.

AKP, Gazze ve ekonomi sebebiyle zayıfladıysa, sol güçler, bu konuda somut adımlar atabilmiş, mevziler elde edebilmiş, konumlar alıp kudret sahibi olabilmiş olmalıdır. Gazze konusunda tek yapılan, (içimizdeki) İsrail kaynaklı gemi raporları, konşimento dökümlerini ifşa etmekten ibarettir. “İsrail yıkılsın demek Yahudi düşmanlığıdır” diyen solun bu alanda bir mevzi oluşturma şansı yoktur. Sol, Deniz Gezmiş’i çoktan toprağa vermiş olmanın huzurudur.

* * *

Sol, AKP karşıtı bir halk imal ve inşa eden Gezi kıyamında CHP’nin koltuğu altına sığınmasaydı, öncülük vasfıyla, o bilinçle hareket etseydi, CHP’ye kâhyalık ve uşaklık etmeseydi bugün başka bir şey konuşur, başka şeyleri yapmayı düşünürdük. Bugün sadece CHP girdabına kapılmış, CHP’ye kapılanmış bir solculuktan bahsedebiliyoruz. Bir iki yapılmadığı için devletin ve sermayenin “Bir”ine teslim oluyoruz. Asıl tartışılması gereken bu.

Sol, “emekli maaşı”na bile karşı olan Özgür Demirtaş cumhurbaşkanı aday olsaydı ona oy verecekti. O, “IMF’ye teslim olmalıyız, acı reçeteyi içmeliyiz” diyen kişiyi (Gaye Yılmaz) sırf kocası Devyolcu diye yıllarca DİSK’te danışman olarak çalıştırdı. Bugün piyasalara, borsaya, sermayeye iyi haber olarak takdim edilen Mehmet Şimşek’in arkasında solun desteği var. Şimşek, ilk bakanlık teklifini kabul etmediğinde sol cenahtaki sevinç naraları hatırlansın. Şimşek’in bugün uyguladığı modelin Altılı Masa’nın ve CHP’nin programından alındığı unutulmasın. “Yabancı daha da uzaklaşır” diye ağlayan Mustafa Sönmez türü “Marksist iktisatçılar”a[2], “İmamoğlu dolara iyi geldi” diyen Birgün türü solcu gazetelere bakılsın.

* * *

Barış Yıldırım türü küçük burjuvaların “halk bizden sorulur” anlayışı yanlış. İçimizdeki düşmanı, düşmanın içindeki bizi bilmeden halk bilinemez. Metafizik âleme ait, idealist halk kurguları, burjuva bireye işaret eder. Güya halk için mücadele etmiş olan sol örgütlerin halk adına konuşmaları, sosyolojik ve tarihsel değerlendirmeleri yarıştırmaları artık mizahın konusudur. Çünkü bu örgütler, bugün halka düşman, halktan kopuk, halksız oldukları için vardırlar.

Seçim zaferi, nihayetinde devletin ve burjuvazinindir. Devrimci güçlerin hâkim olmadığı hiçbir moment, bizim değildir. Sevinç naraları ve zafer çığlıkları, içimizdeki düşmana aittir. Yarına bu gerçeğin bilinciyle örgütlenilmelidir. Örgütlenmek, hem geçmişe hem de yarına dair devrimci bir pratik olabilmelidir. Bu da tefriki ve tevhidi gerekli kılar.

Eren Balkır
13 Nisan 2024

Dipnotlar:
[1] Mao Tsetung, Selected Works, Cilt 5, Foreign Languages Press, Pekin, Birinci Basım 1977, s. 396.

[2] Eren Balkır, “Mustafa Sönmez Bu Şafaklarda”, 16 Nisan 2019, İştiraki.

16 Nisan 2024

,

Mahi


Halka karşı operasyonun adı olan pandemi günlerinde “Bilime biraz kapitalizm bulaşmış, ne yapalım. Bugün Bilimci olacağız” buyuruyordu çorbacı. O yüce Bilim adına yoksul halka karşı yürütülen operasyona ortak oldu. Şimdi de mülk sahipleri adına, tarihe ipotek koyuyor, onu kendi varlığına daraltıyor.[1] Konuşmayı sadece kendisine, burjuvanın tarihine hizmet edenlere hak görüyor. “Madun, ben varken konuşamaz!” buyuruyor.

Barış Yıldırım, ne yazık ki ölüm orucundan “kurtardığı” kendi bedeniyle burjuvazinin tarihi ve bilimi arasında kısa devre yapıyor. O bedenle konuşuyor, o beden adına düşünüyor. Doğal olarak, AKP’nin bu bedende fazla üremiş, dışarıdan gelmiş, kana bulaşmış, damarı tıkamış pıhtı olduğuna hükmediyor. AKP’yi var eden mülk sahiplerine siper oluyor.

Bugün CHP’nin seçim zaferini görünce de “Artık şu AKP ötesini düşünmek lazım” diyor. Ama onca burjuva siyasetinin, Barış’ın mahiri olduğu reformizmin, devrimci harekete neler ettiğini hiç sorgulamıyor. AKP’yi “maraz ve pıhtı” olarak gören anlayışın burjuvalığını idrak edemiyor. Bu, deniz içre mahi (balık) olmasının bir sonucu.

Çorbacı Barış, polisin elinden içtiği çorbanın bedelini sosyalist harekete ödetmeye kararlı. Bir tür detoks uyguluyor, devrimciliği ve sosyalizmi bünyeden nasıl atacağının teorisini yapıyor.[2] Bugün CHP’nin zaferi koşullarında, dün Foti’yle nasıl reformculuk oynadığı gerçeğini örtbas edebileceğini sanıyor. Nasıl oluyorsa hem Van belediyesinde hem İstanbul belediyesinde çalıştığı söylenen yoldaşı, şimdinin çiçeği burnunda CHP'lisi, "strateji ve siyasal iletişim uzmanı" Evren Barış gibi kendisine yol açıyor. “Tarihin yolu” dediği, bu tecimsel, kariyerist yol. RAF edebiyatından başlayan o yol, illaki CHP’ye çıkıyor.

Bu nedenle, “Kazananların kazandığına değil kaybedenlerin kaybettiğine seviniyoruz biz” diyor. Yalan söylüyor. Yazıyı okuyanda “Barış, hepimizi CHP iktidarında dağlara çağırıyor” hissi uyanıyor, aslında tüm CHP karşıtı muhalefeti şimdiden boşa düşürüyor. “Reformizmi de beceremiyorsunuz zaten, terk edin CHP saflarını” diyor. CHP’yi düşmansız kılmaya, onu korumaya çalışıyor. Böylece üç beş CHP belediyesinde vereceği konser, buralardan alacağı çeviri işleri için kendisine yol yapıyor. Zira tarih de kendisinde yürüyor, kendisiyle yol buluyor.

Barış Yıldırım, kendi bedeniyle, burjuva sınıfı, burjuva yurdu ve burjuva bedeni arasında kısa devre yapıyor. Onlarla bütünleşiyor, oradan düşünüyor. Tarihin ilerleyişini tıkayan AKP’yi burjuvazi ve devlet dışı bir arıza olarak görüyor. Yanılıyor, yanıltıyor.

“Ülkenin bütün uzuvlarında kangrene dönüşmüş olan gerici mihrak, yalnızca memleketin değil tarihin de damarına kan akmasını engelliyor. AKP’nin en az 10 yıldır burjuva ölçütlerce bile yapay yöntemlerle iktidarını sürdürmesi, bu konuyu geçip başka kavgalara girmemizi engelliyor.”

Bu boş ve anlamsız cümleleri burjuvazi ve burjuva ilerleme adına sarf ediyor. Sonra da o burjuvanın ilerleyişine, terakkiye mani olmayacak ittihadın matematik hesabına girişiyor. Esasında ilerleme karşıtı olarak kodladığı Kürt ve Müslümanı düşman olarak görüyor. “HDP’de sosyalistlerin en işi var?” tartışmasıyla kariyerine başlayan, nasılsa ekmeğini bu parti üzerinden kazanan Barış, Livaneli türü dostlarıyla Müslüman düşmanlığı yarıştırarak bugünlere geliyor. Ona bu çifte düşmanlığı öğreten burjuvaziyle ve devletiyle hiçbir zaman hesaplaşamayan, sosyalizmi ve devrimciliği bu hesaplaşma üzerine kuramayan çorbacı Barış, doğal olarak burjuva siyasetini ve ideolojisini üretiyor.

Bu tür küçük burjuvalar, sınır ve sınıf ötesi zannettikleri bilime ve tarihe sarılıyorlar. Kendi sınırsızlıklarını ve sınıf dışılıklarını orada buluyorlar. Bilimsel ilerleme ve tarihsel ilerleme adına konuşuyorlar. Bedenen ve ruhen nereyle ve kimle örtüşmüş, özdeşleşmişlerse ora ve o güç adına hareket ediyorlar.

Bilim ve tarih ile beden üzerinden kurulan özdeşleşme ilişkisi, doğalında Marksizmi de vuruyor. O küçük burjuva beden kurgularına ve sanrılarına sallanan kılıç olarak Marksizm, idealizme ve metafiziğe diz çöktürülüyor. “Halkın varoluşu özünden önce gelir, o varoluş da devrimin öznesi olmasıdır” türü zırvalar, bu tür küçük burjuvaların ağzından dökülüyor. Bu sinik varoluşçuluk, Marksizmi tasfiye ediyor.

Çorbacı Barış, AKP gittiğinde geriye bir şey kalmasın diye uğraşıyor. Serzenişi bunu ele veriyor. Tarihten söz eden, tarih adına konuşan, kendisini tarih zanneden Barış, aslında tarihi politikadan kovuyor. “Dün dündür, bugün bugündür. Aksini iddia eden hipermetroptur” diyor. Tarih bilincini ezilenlerin zihninden kovmak için uğraşıyor. Oysa yazısını yayınlayan site, 90 yıl önce de burjuvazinin asimilasyon, işgal ve sömürgecilik pratiğine hizmet ediyordu bugün de. Barış bunu göremediği, daha doğrusu, görmek istemediği için o pratiğe uygun sözler sıralıyor. Barış, CHP iktidarına uzanan yolu iyi niyet taşlarıyla örüyor. CHP’yi, ne olduğunu kitlelere unutturmak için uğraşıyor. Sırf hatırlatıyor, sırf andaç diye Kürt’e ve Müslüman’a düşmanlık ediyor.

Çorbacı Barış, asimilasyon, işgal ve sömürgecilik pratiği içre mahi olduğu için Kürt’e ve siyasetine düşman: “[…] ‘Türk solu’nun epey bir kısmını kendine yedeklemesi ve büyük ölçüde de ‘yedek kulübesi’nde tutması gibi talihsiz sonuçlar doğuruyor” dediği şey, Kürt hareketi.

Ara not: Barış’ın çorba içmiş olması değil, o çorbayla düşünüyor olması bizi ilgilendiriyor.

Çorbacı Barış, sabit bir öz olarak halk var ve bu halk, oturduğu yerden bazen kafasını sola bazen de sağa çeviriyor sanıyor. Yanılıyor, yanıltıyor. Bilim ve tarih kurgusu üzerinden bir halk imgesine sarılıyor, aslında bu halk, Barış Yıldırım isimli şahıstan başkasını imlemiyor, anlatmıyor. Barış, her yazısında kendi çorba seven bedenini konuşturuyor.

Dolayısıyla, kendisini ifade eden teori katından güncel gerçeğe indiğinde sürekli çelişkili şeyler söylüyor. Bir yandan sosyalist hareketin reformizmi beceremediğini söylüyor, bir yandan da “depremde oluşan muhalif birikimi kapitalistçe” ele aldığından bahsediyor. Bir yandan tarihi kendisinde akıtıyor, bir yandan da CHP’de donduruyor. CHP denilen güce halel gelmesin diye uğraşıyor. Ex-yoldaşı Evren’in izinden gidiyor. Evren, soluğu Suriye halkının düşmanı Aslı Aydıntaşbaş’ın ve halk düşmanı bir liberal olarak İmamoğlu projesinin yanında alıyor. Bu son hamlesiyle siyasal ikbalini planlıyor, kendisine yol açıyor, CHP kimliğini geçmişin kirinden kurtarıyor. Yoldaşı Barış Yıldırım, Şimşek programının CHP’ye ait olduğu gerçeğini gizliyor. Biz ezilenleri-sömürülenleri, bu AKP’leşmiş CHP’ye uygun kıvama getirmek için uğraşıyor. O çorba ve sahibi, bunu emrediyor.

Eren Balkır
12 Nisan 2024

Dipnotlar:
[1] Barış Yıldırım, “Tarihin Yolunu Tıkayan Ceset ve Halkın Özü”, 2 Nisan 2024, Sendika.

[2] Eren Balkır, “Saraylara Barış, Kulübelere Savaş”, 11 Temmuz 2023, İştiraki.

15 Nisan 2024

,

Murray Bookchin Bir Siyonist


Anarşistlerin Kahramanı Murray Bookchin

İsrail’in Sömürgeciliğini ve

İşlediği Savaş Suçlarını Aklayan Bir Siyonisttir

 

Murray Bookchin, anarşist cemaati için aziz gibi bir şey. Sosyal ekoloji, özgürlükçü belediyecilik ve komünalizm olarak kavramsallaştırdığı fikirleri, kendisini solcu olarak tanımlayan çok sayıda insan üzerinde kalıcı etki yaratmıştır. Murray Bookchin, Occupy Wall Street ve küreselleşme karşıtı hareketlerin arkasındaki ilham verici önemli bir ideolojik figür olarak kabul edilmektedir.

Bookchin, Abdullah Öcalan’ın onun fikirlerini benimsemesinin ardından, Kürt çevrelerinde önemli bir nüfuz kazandı. Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) hapisteki önderi Öcalan, “demokratik konfederalizm” görüşünü desteklemek için Bookchin’in kavram setinden faydalandı. Daha sonra Öcalan’ın takipçileri, ABD ordusunun desteğiyle demokratik konfederalizmi Suriye kuzeydoğusunda pratiğe dökmeye çalıştılar.

Bununla beraber, çok da dillendirilmeyen bir şey var ki, o da, Bookchin’in birçok anarşist ve liberter sosyalist gibi emperyalizm karşısında hoşgörülü bir mahcubiyet içinde olmasıdır.

Net bir ifadeye başvurmak gerekirse, Bookchin, İsrail’in insanlığa karşı işlediği suçları rasyonalize eden ve hatta alenen aklayan bir Siyonistti. Ayrıca, Küresel Güney’deki sömürge sonrası bağımsız hükümetleri sık sık şeytanlaştırarak, ABD’nin rejim değişikliği için hedef aldığı ülkeler hakkındaki emperyalist propagandayı ve şovenist mitleri yineledi.

1986’da Bookchin, liberal Siyonist görüşleri savunan ve günümüzün neo-muhafazakâr New York Times gazetesindeki köşe yazarlarının söylemini andıran bir yazı yayımladı. Aşağıda tamamı yer alan makale, Hasbara tezlerini analiz etmeden tekrarlıyor, toprağın yerlisi olan Filistinlilerin yerlerinden edilmesine değinmeden, barış çabalarının başarısızlığını komşu Arap ülkelerine ve Arap irredantistlere (ilhakçılara) bağlıyor.

Makalesinde, Araplara karşı önyargılı bir bakış açısını ortaya koyan Bookchin, onları doğuştan otoriter, kana susamış ve antisemitik eğilimleri olan kişiler olarak tasvir ediyor. Anti-komünist solun kahramanı, bağımsız Arap uluslarını Ortadoğu’daki gerçek emperyalistler olarak tasvir ederken, onları Latin Amerika’nın ABD destekli sağcı askeri cuntalarına benzetiyor.

Ondaki bu Küresel Güney’e yönelik şovenist bakış açısı, Bookchin’in kapitalist sistemin neden olduğu şiddeti durdurmak için önerdiği çözümlerin nihayetinde Burlington, Vermont’ta beyazların çoğunlukta olduğu bir mahalleye taşınmasına ve orta-sınıf anarşist ortaklarıyla topluluk konseyleri kurmasına nasıl evrildiğini açıklayabilir. Bu arada Boochin’in hükümeti de, kendisinin “otoriter’’ olarak eleştirdiği çok sayıda Üçüncü Dünya sosyalisti ve komünisti de dâhil olmak üzere dünya çapındaki yoksulları bombalıyor, onlara işkence ediyordu.

ABD Emperyalizminin Desteğine Nail Olan Anarşistler

Murray Bookchin’in İsrail sömürgeciliğine verdiği açık destek ve anti-Siyonist solculara yönelttiği sert eleştiriler, ABD emperyalizminin destekçilerini ilericiliğin gerçek savunucuları olarak göstermeye dünden razı Batılı özgürlükçü sol kesim tarafından sessizce halı altına süpürülmüştür.

Bookchin’in ünü, 2011 yılında Suriye’de uluslararası vekâlet çatışmasının başlamasıyla birlikte daha önce görülmemiş seviyelere yükseldi. PKK ile bağlantılı olan ve Bookchin’in ideolojisinden büyük ölçüde etkilenen Kürt liderliğindeki milis gücü YPG, Halk Koruma Birlikleri, ABD imparatorluğundan büyük destek aldı.

YPG’nin adı, 2015 yılında Pentagon’un direktifi üzerine Suriye Demokratik Güçleri olarak değiştirildi.[1] Sonuç olarak SDG, Suriye’nin kuzeydoğusunda bir düzineden fazla ABD askeri üssünün kurulmasına müsaade etti.

SDG’nin sözcüsü, 2017 yılında Washington’ın askeri varlığını sürdürmedeki stratejik çıkarını gerekçe göstererek, Amerikan askerlerinin “on yıllar boyunca”[2] bölgede kalmaya devam edeceğini vurguladı.

SDG’nin çıkarları gerçekten de stratejikti: ABD işgali altındaki bölge, Suriye’nin petrol rezervlerinin çoğuna sahipti[3], aynı zamanda ülkenin ekmek kapısı olarak hizmet veriyordu.

Bookchin’in anarşist ideolojisini gururla takip eden ve ABD’den destek alan Kürt milliyetçileri, Washington’ın taleplerine boyun eğip Suriye’nin tahıl üretimini koz olarak kullanıyor[4], Şam ile buğday ticareti yapmayı ise reddediyorlar.[5] Bölgedeki stratejik çıkarlarını ekonomi-politik bir araca dönüştürmüş haldeler.

ABD kontrolü altındaki Suriye topraklarının yaklaşık yüzde otuzunu oluşturan bu bölge, ABD destekli Kürt milliyetçileri tarafından özerk bir bölge olarak nitelendiriliyor. Rojava adını verdikleri bu yer, etnik ve dini çeşitliliğiyle, Kürtleri, Ermenileri, Türkmenleri ve Araplarla beraber melez halkları bünyesinde barındırıyor.

Rojava, paradoksal ve ironik bir şekilde, ABD’nin garantörlüğünü yaptığı kapitalist emperyalist sisteme meydan okumaya cüret eden en ufak sosyalizm denemelerine karşı bile uzun zamandır propaganda ile cevap veren ve yok edici savaşları rasyonalize eden tekelci medya dinamikleri tarafından, eşitlikçi bir toplum, ütopik bir sosyal deneymiş gibi pazarlandı.

Batı solunun bazı kesimleri, Suriye’deki Kürt grupları fetişize ederken bir tür oryantalist hayranlık sergileyerek onları idolleştirdi. Şaşırtıcı bir şekilde, genellikle sosyalist sola karşı güçlü bir önyargıya sahip olan ana akım gazeteciler bile sürekli olarak YPG’yi ve onun kadın kanadı YPJ’yi romantize eden haberler yaptılar. Bu haberlerde, YPG’nin inanılmaz cesareti, aydınlığı, ilericiliği, demokrasiye bağlılığı ve feminizmi vurgulanıyordu. İlginçtir ki, bu övgüler, söz konusu Kürt güçlerinin ABD ile ittifak kurarak Amerikan birliklerinin Suriye’nin egemenlik alanının önemli bir bölümünü işgal etmesine izin verdiği döneme denk geliyor. Bu noktada, Suriye ordusunda ve müttefik milislerde[6] savaşan kadınların[7] da olduğunu belirtmek, bu kadınların aşağılayıcı bir şekilde “Beşşar Esad’ın kadın savaşçıları”[8] olarak tanımlandığını, Suriye Devlet Başkanı’nın kişisel mallarıymış gibi gösterildiğini söylemek gerekiyor.

Yazar David Mizner’a göre, küresel sola karşı enformasyon savaşı yürütmek suretiyle, ABD hükümetinin propaganda sözcülüğünü üstlenen ve CIA yalanları ile bilgi kirliliğinin bir aracı olan Voice of America, Washington’ın Suriye’deki Kürt müttefiklerine verdiği ilhamlardan ötürü Vermontlu bu anarşistin sırtını sıvazlıyor.

Noam Chomsky ve David Graeber gibi anarşizmin önemli isimlerinin devlerin, 2018 yılında New York Review of Books’ta ABD imparatorluğuna “SDG’ye askeri desteği sürdürme’’ çağrısında bulunan açık mektuba imza atmaları[9], sözde “özgürlükçü sosyalistlerin” emperyalizme, emperyalistlerin de “özgürlükçü sosyalizme” yönelik zaaflarıyla açıklanabilir.

Chomsky ve Graeber’in yanı sıra askeri müdahale yanlısı mektubu imzalayanlar arasında ünlü akademisyen Marksist entelektüel David Harvey, Irak Savaşı destekçisi Siyonist Michael Walzer[10] ve hatta liberal feminist aydın, eski CIA ajanı Gloria Steinem[11] ile beraber Bookchin’in yaşamını Rojava’ya adamış olan kızı Debbie Bookchin de vardı.

Murray Bookchin’in Siyonist Makalesi ve Arapları Canavar Olarak Gösterme Girişimi

Kendisini “özgürlükçü sosyalist” olarak pazarlayan, anti-komünistliğiyle tanınan ve ideolojisiyle ABD emperyalizmine açıkça destek veren bir örgütü etkileyen bu Amerikalı anarşistin daha önce Siyonizmi ve Ortadoğu’daki emperyalist ajandaları desteklemiş olması, beklenmedik bir durum değil.

Murray Bookchin, 4 Mayıs 1986’da Burlington Free Press isimli yerel gazetede “İsrail’e Yönelik Saldırılar Arap Çatışmasının Uzun Tarihini Görmezden Geliyor”[12] başlıklı bir makale yayımladı.

Makalenin tam metnini bu yazının altında bulabilirsiniz.

Güya radikal bir anarşist aziz tarafından yazılan makale, ana akım şirket medyasının neo-muhafazakâr uzmanlarının retoriği ile birebir örtüşüyor.

Bookchin İsrail’i, geri kalmış bir bölgenin demokrasiyle parlayan bir feneri olarak sunarken Suriye, Libya, İran, Irak ve Mısır gibi ülkeleri eleştiriyor ve onları Doğu despotizminin ışıksız kaleleri olarak şeytanlaştırıyor.

“Yerel basında ortaya çıkan İsrail karşıtı duyarlılığı ve sanal bir denklem olarak Siyonizmin Arap karşıtı ırkçılıkla eşitlenmesini” kınıyor ve Arapları “vahşi barbarlar” olarak tasvir ediyor.

Bookchin okuyucuları, “Arap milliyetçiliğinin taraftarlarınca öldürülen Yahudi erkek ve kadınları her zaman hatırlamaya” çağırıyor. İsrail ve sadık müttefiki ABD imparatorluğu tarafından hiçbir zaman samimi bir şekilde sürdürülmeyen barış görüşmelerinin başarısız olmasından da “Arap irredentistleri” sorumlu tutuyor.

Ayrıca, Siyonist milislerin 1947 ve 1948’de Filistin’in yerli nüfusunun büyük çoğunluğunu katlederek etnik temizlik yaptığı ve Arap savaşını başlatan mülteci krizini yaratan Nekbe’den bahsetmeden, “ülkenin Arap orduları tarafından işgal edilmesini” kınıyor.

Aslında bu “özgürlükçü sosyalist” idol, Mısır, Suriye ve Ürdün’ü “emperyalist” olarak kınayacak kadar ileri gidiyor ve İsrail’e karşı savaşları olmasaydı, bağımsız bir Filistin devletinin çoktan kurulmuş olacağında ısrar ediyor.

Bookchin’in makalesi gerçekliği ters yüz ediyor; Bookchin, İsrailli sömürgecileri otoriter Arapların “emperyalist” vahşetinin talihsiz kurbanları olarak tasvir ederken, Filistinli milliyetçi lider Yaser Arafat’ı Nazi işbirlikçisi [olduğu söylenen] Kudüs Baş Müftüsü’ne benzetiyor ve Libya’nın Muammer Kaddafi’si ile Suriye’nin Hafız Esad’ını ise Latin Amerika’daki Washington müttefiki sağcı diktatörlerle karşılaştırıyor.

Bookchin, aynı zamanda emperyalist propaganda ve yalanları da tekrarlayarak, Esad’ın “Şubat 1982’de Hama’da 6.000 ila 10.000 arasında insanı, ülkedeki liderliğine karşı çıkmaya cesaret ettikleri için katlettiğini” iddia ediyor.

Elbette dillendirmediği şey, Hama’daki (Bookchin'in “Kama” diye yanlış yazdığı şehirdeki) bu sözde ayaklanmanın demokrasi ya da özgürlükle hiçbir ilgisi olmadığıdır. Bu ayaklanma, kuzeydeki iyiliksever demokrasi Türkiye tarafından doğrudan desteklenen ve aynı zamanda Amerikan ve İngiliz istihbarat servislerinden de yardım alan şiddet yanlısı mezhepçi Selefi radikaller tarafından yönetilmiştir. Tıpkı 2011’de, Suriye’deki emperyalist deja vu’da olduğu gibi.

Bookchin, Siyonizm’e verdiği sarsılmaz destekle, temel gerçekleri göz ardı ediyor, bunun yerine, “Suriye emperyalizmi” olarak adlandırdığı şeyi eleştiriyor. Kendini laik ilan eden Hafız Esad ile teokratik eğilimleri olan İsrailli faşist Meir Kahane’yi karşılaştırarak, her ikisinin de kendi dini gruplarının -Alevi ve Yahudi- temsilcisi olduğunu öne sürüyor.

Makalede Bookchin, İsrail’in sömürge projesinin kendi âdemi merkeziyetçi toplum vizyonunun bir modeli olmasını istediğini de belirtiyor ve “Yıllarca İsrail ya da Filistin’in İsviçre benzeri bir Yahudi ve Arap konfederasyonuna dönüşebileceğini umdum” diye yazıyor.

Bununla birlikte, anarşist figür, Araplara yönelik küçümsemesini gizlemeyi başaramıyor. Irkçı klişeleri papağan gibi tekrarlayan Bookchin, Arapların Filistin mücadelesini kendi “kültürel sorunları” için bir sis perdesi olarak kullandıkları gerçeğinden yakınıyor.

Murray Bookchin'in makalesinin tamamı aşağıda:

Ben Norton
14 Haziran 2019
Kaynak
Çeviri: Medyaşafak

* * *

İsrail’e Yönelik Saldırılar

Arap Çatışmasının Uzun Tarihini Görmezden Geliyor

 

İsrail politikasının, özellikle Likud hükümetinin Lübnan’ın işgalini organize ettiği dönemde, eleştiriye tabi tutulabilecek pek çok yönü vardır. Bununla birlikte, yerel medyada İsrail karşıtı tavırların büyük bir artış göstermesi ve Siyonizmin Arap karşıtı ırkçılıkla haksız bir şekilde ilişkilendirilmesi beni güçlü bir kararlılıkla yanıt vermeye zorluyor.

İsrail veya Filistin’in, Yahudiler ve Arapların barış içinde bir arada yaşayabilecekleri ve kendi kültürlerini uyumlu ve yaratıcı bir şekilde besleyebilecekleri İsviçre’ye benzeyen bir konfederasyona dönüşmesi arzusunu uzun zamandır taşıyorum.

Ne yazık ki kaderin farklı bir planı vardı. Filistin’in 1947 tarihli Birleşmiş Milletler kararıyla Yahudi ve Arap devletlerine bölünmesi bir dizi yıkıcı olayla karşılandı. Başta Mısır, Suriye ve iyi hazırlanmış Ürdün “Arap Lejyonu” olmak üzere Arap ordularının ülkeyi işgali, Irak ve diğer Arap ülkeleri tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak desteklendi.

Bazı durumlarda, bu askeri güçler, özellikle de onlarla birlikte olan Arap milisler, Yahudi yerleşimlerine yaptıkları saldırılar sırasında hiç esir almadılar. Tipik olarak, şiddetli ve bedel ödeten bir Yahudi direnciyle karşılaşana kadar güzergâhları üzerindeki tüm Yahudi topluluklarını tamamen yok etmeyi hedeflediler.

İşgal ve yol açtığı yıkıcı çatışma, İsrailli Yahudilerin bilincinden silinmesi zor bir endişe ve düşmanlık döngüsü oluşturdu. Çaresizlik ve mantıksızlıkla hareket eden Yahudi aşırılık yanlısı bir grubun, yeni kurulan İsrail silahlı kuvvetleri tarafından durdurulmadan önce benzer bir şekilde karşılık verdiğini kabul etmek çok önemlidir. Ancak, beyaz bayrak çekerek direnişten vazgeçtikten sonra bile Arap milliyetçiliğinin ateşli savunucularının ellerinde trajik bir şekilde hayatlarını kaybeden Yahudileri de göz ardı etmemeliyiz.

Filistin’deki Arap işgallerini lekeleyen ve Yahudilerin “ateşkes görüşmelerinin” değerine ve Arap irredantistlerle yapılacak barış anlaşmalarının öngörülebilirliğine olan güvenini derinden etkileyen bu korkutucu “savaş” modelinden çok az bahsedildiğini gördüm. Gerçekten de, 1948 işgallerinden sonra nihayetinde belirlenen taksim hatları, bugünlerde çok moda olan tabirle “emperyalist” ya da “toprak gaspçısı Siyonistlerin” değil, kanlı bir savaşın -kelimenin tam anlamıyla bir al-ver savaşının- ürünüydü.

Bölünme döneminin Yahudi vatandaş milisleri olan Haganah’ın Arapları mahallelerinde ve kasabalarında kalmaya teşvik etmeye yönelik samimi girişimlerini, örneğin Yafa sokaklarında dolaşan hoparlörlü İsrail araçlarının Arapları savaş koşullarının ve çatışmanın her iki tarafındaki aşırılık yanlılarının yarattığı panik duygularına kapılmamaya çağırdığını da artık duymuyorum.

Önemli sayıda Arap’ın İsrail’de kalmayı tercih etmesi, İsrailli Yahudilerin Müslüman nüfusu ülkeden kovmayı amaçladıkları düşüncesiyle çelişmektedir. Ancak genellikle göz ardı edilen bir gerçek var ki o da Mısır, Suriye ve Ürdün orduları BM tarafından bölünmüş toprakları kendi emperyalist çıkarları için ele geçirmeye çalışmasaydı, Filistin’de bir Yahudi devletinin yanı sıra bir Arap devletinin de var olabileceğidir. Dahası, bu girişimleri başarısız olduğunda, bu ülkeler Filistinli mültecileri İsrail ve Batılı müttefikleriyle gelecekteki müzakerelerde pazarlık kozu olarak kullandılar.

Ortadan kaldırılması gereken bir başka efsane daha var: Ortadoğu’daki mevcut istikrarsız durumun kaynağının İsrail-Filistin çatışmaları olduğu; aslında Yahudiler ve Araplar arasındaki ilişkinin “Siyonist hırslar” tarafından zehirlenene kadar “mükemmel” gittiği. Bu düşüncenin beslediği Ortadoğu sorunlarının basitleştirilmiş imajını bir kenara bırakmadan, geçmişteki Yahudi-Arap ilişkilerinin ne ölçüde çarpıtıldığı anlatılamaz.

Arapların Yahudilere yönelik zulmünün, Avrupa’daki kadar şiddetli olmasa da, Müslüman İspanya ve Osmanlı Türkiyesi hariç, uzun bir geçmişe sahip olduğu gerçeğini göz ardı mı etmeliyiz? İkinci Dünya Savaşı öncesi Filistin’e Yahudi yerleşimi sırasında Arapların Yahudilere karşı katliamlar gerçekleştirdiğini ve bunun 1920’lerin sonunda Halil’deki eski Yahudi cemaatinin yok edilmesine yol açtığını kabul etmek önemlidir. Ayrıca, iki nesil önceki Yasar Arafat’ın selefi olarak görülebilecek olan 1930’lardaki Kudüs Baş Müftüsü’nün açıkça Hitler’e hayranlık duyduğunu ve İkinci Dünya Savaşı sırasında ve hatta öncesinde Filistinli Yahudileri yok etmek için “cihad” çağrısında bulunduğunu belirtmek gerekir. Son olarak, 1948 yılında Ürdün’ün “Arap Lejyonu” tarafından Kudüs’ün eski Yahudi mahallesinin kasıtlı olarak yıkılması ve Herod Tapınağı’nın Batı Duvarı’nın atlar tarafından kirletilmesi, Yahudiliğin en kutsal mekânına karşı dünya çapında ciddi bir ihlal teşkil etmektedir.

Suriye’nin sözde “başkanı” (Suriye “seçmenlerinin” yüzde 99,97’lik “çoğunluğu” tarafından seçilen) General Hafız Esad’ın Şubat 1982’de Kama’da 6,000 ila 10,000 arasında insanı, ülkeyi yönetmesine karşı çıkmaya cüret ettikleri için katlettiğini unutacak mıyız?

Uluslararası Af Örgütü’nün 1983 yılında Suriye güvenlik güçlerinin işkence ve siyasi cinayetleri de içeren sistematik insan hakları ihlallerine ilişkin yaptığı açıklamanın ardından hiçbir tepki gelmemesi şaşırtıcıdır. Dahası, Suriye emperyalizmine, özellikle de Esad’ın Lübnan, Filistin ve hatta İsrail’i bir Suriye imparatorluğuna dâhil etme hırsına ilişkin kaygıların yokluğu endişe vericidir. Her tarafsız Ortadoğu uzmanı, Esad’ın Haham Kahane’nin radikal “Büyük İsrail” vizyonunun Arap versiyonunu kabul ettiğini bilir ki bu kavram (Büyük İsrail) hem İsrail’de hem de uluslararası alanda saygın Yahudi ve Siyonist gruplar tarafından şiddetle reddedilmektedir.

Miriam Ward’un 27 Nisan tarihli Vermont Perspective makalesinde belirttiği gibi Ortadoğu’daki temel mesele, İsrail’in Filistin topraklarını ele geçirmesi ise, İsrail ve Yahudi sakinleri aniden bölgeden kaybolduğunda bunun olası sonucu ne olur? Suriye’de otoriterlik azalır mı ve Sünni Müslüman çoğunluk, genellikle ülkedeki Alevi Müslüman azınlığı temsil eden General Esad tarafından daha az baskı altında tutulduğunu, istismar ve kontrol edildiğini mi hisseder?

Suudi prensler, ülkelerinin kaynaklarının önemli bir kısmını lüks arabalara, abartılı konutlara, değerli taşlara ve denizaşırı gayrimenkullere harcamaktan kaçınabilir mi? Kendi vatandaşlarına az da olsa özgürlük tanımayı düşünebilirler mi? Etrafları aşırı yoksullukla çevriliyken lüks içinde yaşayan Mısırlı toprak sahipleri, topraklarının bir kısmını yoksul Mısır köylüsüne geri vermeye istekli olurlar mı? Irak, Kürt nüfusuna kendilerini ifade etme özgürlüğü vermeye ve en açık sözlü ve isyankâr azınlık gruplarının gerçek özerklik ve eşitlik taleplerini karşılamaya istekli olur mu?

Son yıllarda bir milyon insanın hayatını kaybetmesine neden olan Irak-İran çatışması bir çözüme kavuşur mu? Albay Kaddafi, komşu ülkelere yönelik saldırgan tutumundan ve toprak hırsından vazgeçer mi? Humeyni ve modernite ile Batı kültürüne şiddetle karşı çıkan Müslüman köktendincilik ideolojisi, kadınlara eşit haklar mı sunacak ve İran’ın mevcut teokratik rejimini eleştirenlere ifade özgürlüğü mü verecek?

İsrail'in sürekli saldırıları, dikkatleri Filistin nüfusunun karşı karşıya olduğu temel sorundan uzaklaştırdığı için rahatsız edicidir. Bu ötekileştirilmiş grup, Arap ülkeleri tarafından kendi topraklarında ve daha geniş Ortadoğu bölgesinde temel ekonomik, sosyal ve kültürel zorlukları maskelemek için istismar edilmektedir. İsrailliler ve Filistinliler arasında adil bir çözüme ulaşılması, her iki toplumun da barış içinde bir arada yaşayabilmesini sağlamak, tarihi şikâyetleri ele almak ve olumlu bir ilişkiyi teşvik etmek için zorunludur.

Bu çözümün ne olacağından emin değilim. Ancak bu çözüme, yelpazenin bir ucunda iki halk arasında barışı müzakere etmeye çalışan bağımsız düşünceli Arap belediye başkanlarına karşı FKÖ bağlantılı terör eylemleriyle ya da diğer ucunda Filistinlileri topraklarından ve topluluklarından sürmeye çalışan Haham Kahane gibi delilerle ulaşılamayacağı kesin.

Çözüm ne kadar önemli olursa olsun, İsrailliler ve Filistinliler arasındaki karmaşık ve trajik çatışmaların ortasında, manipülatif politikacılar, zengin toprak sahipleri, güçlü petrol patronları, otoriter askeri rejimler, aşırılık yanlısı dini liderler ve saldırgan emperyalist güçler tarafından temsil edilen Ortaoğu’daki temel sorunu göz ardı etmemek gerekir.

Bu bağlam göz önünde bulundurulduğunda, iki grubun farklılıklardan çok ortak çıkarları paylaştığını akılda tutmak önemlidir. Latin Amerika’daki askeri diktatörlüklerle ilgili haklı endişelerini dile getiren yurttaşların, Albay Kaddafi’den General Esad’a kadar Ortadoğu’da karşılaştıkları çarpıcı benzerlikleri kabul etmeleri kayda değer bir siyasi özerklik göstergesi olacaktır.

Dipnotlar:
[1] “U.S. general told Syria's YPG: 'You have got to change your brand”, 22 Temmuz 2017, Reuters.

[2] John Davison, “U.S. forces to stay in Syria for decades, say militia allies”, 17 Ağustos 2017, Reuters.

[3] Josh Rogin, “In Syria, we ‘took the oil.’ Now Trump wants to give it to Iran”, 30 Mart 2018, WP.

[4] Ben Norton, “Wheat is a weapon”, 19 Haziran 2019, Grayzone.

[5] Rodi Said ve Ellen Francis, “Syrian Kurdish authorities to stop wheat going to government territory”, 12 Haziran 2019, Reuters.

[6] “Inside The All-Female Unit Of Syria's Paramilitary Force”, 23 Ocak 2013, Insider.

[7] “Syrian army creates new women's unit to fight Isis”, 2 Şubat 2017, Independent.

[8] Chiara Palazzo, “Bashar al-Assad's female fighters”, 23 Mart 2015, Telegraph.

[9] “A Call to Defend Rojava”, 23 Nisan 1018, NYB.

[10] Michael Walzer, “What a Little War in Iraq Could Do”, 7 Mart 2003, NYT.

[11] Markos Kounalakis, “The Feminist was a Spook”, 25 Ekim 2015, Sacbee.

[12] Murray Bookchin, “Attacks on Israel Ignore the Long History of Arab Conflict”, 4 Mayıs 1986, Reddit.